KUŞADALI İBRAHİM HALVETÎ’NİN TEKKELERE BAKIŞI

KUŞADALI İBRAHİM HALVETÎ’NİN TEKKELERE BAKIŞI

Prof. Dr. Mehmet Demirci

Bir şeyhin yönetiminde tasavvuf eğitiminin verildiği mekâna tekke denir. İslâm medeniyetinin temel kurumlarından olan cami, medrese ve tekke Asr-ı saâdet’te Mescid-i Nebevî çatısı altında fonksiyonlarını icra etmiş, Mescid-i Nebevî’deki ilmî, içtimaî, askerî işlevleri tarihî süreç içerisinde bağımsız kurumlar haline gelmiştir.

Tekkeler daha ziyâde toplumun mânevî ve ahlâkî açıdan eğitilmesine yönelik esaslar üzerinde yoğunlaşmıştır. İlk tekkeler basit bir oda ve küçük bir mekândan ibaretti. Zamanla değişik mimari özellikler kazanan ve çok farklı birimleri içine alan tekke yapıları ortaya çıkmıştır.

*

XIII. yüzyıldan sonra tekkeler muayyen bir tarikatın faaliyet merkezi şeklinde kurulmaya başlanmış ve giderek yaygınlaşmıştır. Tarikat kurucusunun türbesinin bulunduğu tekkeler genellikle o tarikatın merkez tekkesi (âsitâne) kabul edilmiştir.

Tekkeler şeyh tarafından yönetilir. Tekkenin yönetim esaslarını tasavvuf gelenekleri ve şeyhin tavrı belirler. Vakıf geleneğinin yaygınlaşmasıyla birlikte vakfiye metinlerinde yer alan şartlar o tekkenin idaresine yön vermiştir. Vakfiyelerde tekke şeyhliğinin babadan oğula intikal eden bir görev şeklinde tesbiti, yetkin ve yeterli olmayan şeyh evlâdının ortaya çıkardığı problemler ve post kavgaları tasavvuf hayatının itibar kaybetmesinde önemli rol oynamıştır. Tarih boyunca devlet yöneticileri genellikle tekke şeyhi tayinlerine karışmamış, ancak gerekli durumlarda tekkenin yönetimine müdahale etmiştir. Osmanlı döneminde bu uygulamanın en çarpıcı örneği, 1826’da yeniçeriliğin kaldırılmasıyla birlikte yasaklanan Bektaşîliğe ait tekkelere yapılan şeyh tayinlerinde görülmektedir. Meclis-i Meşâyıh kurulduktan sonra ise başka tarikatlerin şeyh tayininde de siyasi otoritenin etkisi görülür.1

Bazı tekkeler devletin iskân politikasına uygun yerlerde kurulmuş ve devletçe desteklenmiştir. Böyle bir görevle tesis edilen tekkeler tasavvuf eğitiminin yanı sıra güvenlik ve ticaret gibi konularda da hizmet vermiştir. Anadolu ve Balkanlar’da Erenköy, Veliköy, Tekkeköy, Dedeköy, Tekkekızıllar, Tekkeyenicesi, Tekkekaya gibi köy isimleri buraların dervişler tarafından kurulduğunu gösterir.

Tasavvuf erbabı fethedilen yerlerde tekkeler inşa edip bölgedeki toprakları insanların gönülleriyle birlikte ihya etmiştir. Elde edilen ürünleri konuklara ikram eden tekkeleri devlet vergi muafiyeti tanıyarak desteklemiştir. Bu hizmetler ihtidâ olaylarının en önemli sebeplerindendir. Sâkin yerlerde kurulan, tevekkül ve teslimiyetle mânevî cihadın, gönül yolculuğunun yapıldığı tekkelerde, gerektiğinde savaşa katılan dervişler yetişmiştir.2

Medreseler dinin ilim boyutunu temsil ederken tekkeler duygu yönünü güçlendirmiş, şiir ve mûsikinin yardımıyla ruha coşku veren zikir meclisleri tekkelere farklı bir atmosfer kazandırmış, bu hal ilâhî aşk ve muhabbeti doğurmuştur. Tekkeler şiir ve mûsiki başta olmak üzere güzel sanatlar alanında önde gelen kurumlardır. Şiir ve mûsikinin büyük ustalarının tekkelerde yetişmesinin sebeplerinden biri zikir meclisleri, âyin merasimleri, bu merasimlerde okunan ilâhilerdir.

Osmanlı topraklarında devlet yöneticileriyle tekke mensupları arasındaki ilişkiler dikkat çekicidir. Osman Gazi’nin bir tekke şeyhi olan Edebâli ile alâkası, Orhan Gazi tarafından 1331’de İznik’te açılan ilk medresenin başına Fusûs şârihi Dâvûd-i Kayserî’nin getirilmesi, Yıldırım Bayezid’in Emîr Sultan, Fâtih Sultan Mehmed’in Akşemseddin’le ilişkileri, kuruluş safhasında olan devletle tekke mensupları arasındaki bağa işaret etmektedir. Bu olumlu ilişkiler genellikle daha sonra da sürmüştür. Öte yandan devlet tekke ve tarikatlara karşı genellikle eşit uzaklıkta durmuş, siyasî otorite ile ters düşen tarikatlara bağlı tekkeler sürekli gözlem altında tutulmuştur. Dervişler umumiyetle siyasal konulara ilgisiz kalırken siyasîlerle yakın münasebet kuran sûfîler de vardır.

(1793) tarihli bir belgeye göre tekkelerin açılışı devletin kontrolünde idi. 1812’de tekke vakıflarını denetim altına alan Osmanlı Devleti, 1866’da şeyhülislâmlığa bağlı biçimde oluşturduğu Meclis-i Meşâyih’i tekkelerin yönetiminden sorumlu tutmuştur.

İsanbul’daki tekkelerin idaresi Meclis-i Meşâyih’e, taşradakilerin idaresi müftülerin başkanlığında kurulacak Encümen-i Meşâyih’e verilmiştir. Tekkeleri resmî ve hususi şeklinde iki gruba ayıran bu nizamnâme ile asırlardır süregelen malî özerklikle birlikte idarî özerklik de sona ermiş, tekkeler merkezî bürokrasinin denetimine girmiştir. Nizamnâmenin gereği olarak yayımlanan bir dizi tâlimatnâmede şeyh ve dervişlerin yetiştirilmesinden bu kurumların teftişiyle temizliğine varıncaya kadar birçok konu tesbit edilmiştir. İslâm dünyasında tarikatlara göre tekkelerin sayısı konusunda sağlam bir istatistik bilgisi bulunmamaktadır.3

*

Tasavvuf bir olgunlaşma yoludur. İnsanın mânevî potansiyelini geliştirmesini, içindeki ilâhî özü aktif hâle getirmesini, maddenin esâretinden kurtulmasını, Yaradan’ıyla biliş tutmasını ve kendisini her an O’nun huzûrunda hissederek “O’nun boyası”na boyanacak bir yaşayış seviyesine yükselmesini amaçlar. Tasavvuf ömür boyu sürüp giden bir yolculuktur.

Tasavvufun kurumlaşmış şekli tarîkattir, tarîkat mekânlarına “tekke” denir. Asıl olan tasavvuftur. Tarîkat ve tekke tasavvufun olmazsa olmazı değildir. Ama târihî tecrübe böyle kurumlar ortaya çıkarmıştır ve bunlar başarılı olmuştur.

*

Toplum çeşitli kesimleriyle bir bütündür. Duraklama ve gerilemeden belli ölçüde hepsi payını alır. Çünkü kurumların dayandığı insan malzemesi aynıdır. Dolayısıyle gerileme ve bozulmadan tekkeler de hisselerini almışlardır.4

Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemlerinde tekke ve tarikat mensuplarının hâiz olduğu seviye ve itibar, duraklama ve gerileme devirlerinde, başka kurumlarda da olduğu gibi, kayboldu. Bunun başlıca sebeplerinden biri olarak, tekkelerdeki, sayı artışına rağmen, kifayetli ve güçlü şeyhlerin yetiştirilememesi gösterilebilir. Tarikat şeyhliği bazan tevarüs yoluyla ehliyetsiz kişilerin ellerine geçmeye başlar. Nüfuz yarışı veya dıştan müdahalelerle yapılan atamalar dolayısıyle tarikatler arasında bir takım anlaşmazlıklar belirir. Eskiden beri var olan rnedrese-tekke mücadelesi de gerileme sebeplerinden biridir.

Meclis-i Meşayıh kararları ile tarikatlerin son 90-100 senesi içinde, haklarında şu şekilde düzenlemeler yapılmıştır:

1- Evkaf-ı Hümâyun nezaretinin kurulmasiyle (1826) tarikatlerin malî kaynaklan denetim altına alınmak istendi. 2- Her tarikat mensubu, kendi özel kıyafetini giyecek, başkaları bu tür kıyafetleri kullanamayacaktı. 3- Bir tarikatın içine sızmaları önlemek için, mensupları imzalı mühürlü bir tarikat belgesi taşıyacaktı. 4- Tekke dışında umumi mahallerde zikir ve âyin yapılmayacak, bunlara ait malzeme dışarıya çıkarılamayacaktı. 5- Her tarikat, merkez tekkenin kontrolünde olacak, onların faaliyetlerinden merkez tekke sorumlu olacaktı. 6- Tarikatlerde şeyh ve halife seçimi, merkez tekkenin yetkisi ve şeyhülislâmın görüşünün alınmasına bağlı olacaktı. 7- Şeyhlik ve halifelik bir icazetnameye bağlı olacak ve bu icâztnâmede, çevredeki mevcut başka tarikat şeyhlerinin de imza ve mühürleri bulunacaktı. 8- Hattâ bunun da ötesinde, tarikat şeyhliğinin imtihanla belirlenmesi, ve sonucundaki merasim sırasında Meclis-i Meşayıhtan yetkili birisinin bulunarak icazetnameyi tasdik etmesi şartı getirilmişti.5

Şeyhliğin imtihanla belirlenmesi, tarikat teâmülündeki icazet ve hilâfet usulüne ters ise de, tekkelerdeki ilmî seviye kaybını önlemek için düşünülmüş olmalıdır. Ne var ki, bu tedbirler bahane edilerek siyasi baskıya maruz kalındığı varittir..6 Bilhassa 1908 devriminden sonra tarikatler, rakip siyasi partilerin ve hiziplerin çoğunun ilgisini çektiler. Bunlar yaygın teşkilâtları ve derin nüfuzları ile elbette işe yararlardı.7 Selçuklu ve Osmanlı’da tarikatler ve tekkeler devletin içinde yer alan kurumlardır. Başka müesseselere göre, zaman zaman bazı imtiyazlara sâhip gibi görünüyorlarsa da, genel olarak idârenin gözetiminde bulunmuşlardır.8

Y. Nuri’ye göre II. Mahmut zamanındaki Meclis-i Meşâyıh düzenlemeleri, aşağıda değineceğimiz Kuşadalı İbrahim Halveti’nin düşünceleriyle paralellik arz etmektedir.9

*

Kuşadalı İbrâhim Efendi (1188/1774 – 1262/1846) Aydın’ın Kuşadası ilçesinin Çınarlı köyünde doğdu. İstanbul’da Feyziyye Medresesi’nde tahsilini tamamladı. Kırk dokuz yaşlarında Halvetî-Şâbânî tarikatının Çerkeşiyye koludan Ali Efendi’ye intisap etti.

Şeyhi kendisine hilâfet vererek irşad göreviyle Mısır’a gönderdi. Kahire’de Gülşenî Dergâhı’nda kaldı. 1235 (1820) yılında İstanbul’a döndü, irşad faaliyetine başladı. İkinci defa hacca giderken Râbiğ mevkiinde vefat etti.10

Kuşadalı, merasime şeklî unsurlara itibar etmezdi. Usturacı Halil Efendi’nin Aksaray Sinekli Bakkal’da kendisi için yaptırdığı dergâh yanınca, etrafı telaş gösterirken o soğukkanlı bir ifadeyle: “Elhamdü lillâh merasimden kurtulduk” buyurdu.

Bu bilgileri Aktaran Hüseyin Vassaf ‘a (1877-1929) göre: “Esasen mesleklerinde merâsim olmadığından, anlaşıldığına göre, ziyâretine gelenlerden pek hoşlanmamaları itibariyle böyle söylemişlerdir.”

Bu dergâhın yeniden yapılmasına da izin vermedi ve: “Bizim nâmımızda bilâhare biri zuhur edip burayı o ihya edecektir. Onun için muvâfakat vermedim” demişti. Nitekim Şam’dan tarîk-ı Halvetî-i Bekrî Şâbânî meşâyıhından İbrahim Efendi isminde bir zat gelip bu dergâhı yeniden inşa etti. Sefînetü’l-Evliyâ müellifi bunu Kuşadalı’nın “keşf-i istikbâl”i olarak değerlendirir.11

Kuşadalı Tekkesi, Kâtip Muslihuddin mahallesinde, Kâtip Muslihuddin Camii sokağı ile Sancaktar Müezzin sokağının sınırladığı arsa üzerinde yer almaktaydı. Tekkelerin kapatılmasının (1925) ardından kaderine terk edilen dergâh zamanla harap olmuş, 1950’lerin başında tamamen ortadan kalkmış, yalnızca Kâtip Muslihuddin Camii sokağının karşı yakasında bulunan küçük hazîre günümüze ulaşabilmiştir.12

İbrahim Efendi 1248/ 1832’de tekkesi yanıncaya kadar on yıldan fazla burada irşad faaliyetlerini sürdürdü. Bir yıl sonra Fatih Çarşamba pazarında bir konak satın alarak buraya yerleşti. Bu tarihten, hacca gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldığı 1259 (1843) yılına kadar yaklaşık on sene irşad faaliyetlerine açtığı ilim irfan ve sohbet meclisleriyle burada devam etti.13

Kuşadalı’nın âdab erkânın ağır bastığı “tekke”yi de şekil unsuru olarak gördüğü söylenebilir. Esasen o, tarîkat merâsimlerine itibar eden biri değildir. Kimseye hilâfet vermemiştir. Ona göre hilâfet bir sırr-ı Muhammedîdir. Kime ihsan olunur ve eserleri kimin üzerinde görülürse, hilâfet sırrının sâhibi odur. Vassaf’ın ifadesiyle: “Yoksa birkaç sene bir dergâha müdâvemet etmek, hafta günleri merasim-i zikirde bulunmakla bir müddet sonra, ‘sen artık kesb-i kadem ettin. Sana ilbâs-ı tâc ü hırka zamanı geldi. Haydi bakalım!’ diyerek cem’iyyet teşkîl ile o kimsenin halîfe addolunmayacağına kānî olup, öyle bir usûl tesis eylediler ki, bu gibi merasimden tamamen mücerreddir.”14 Bir mektubunda: “Sûfîlik tâc ile abâ oldu / Hayf kim ma’rifet hebâ oldu” der.

Nitekim Kuşadalı’nın vefatı üzerine ihvan, hâl-i hilâfetin Bosnalı Mehmed Tevfik Efendi’de tecelli ettiğini görerek kendisine biat etmiştir.15

Kuşadalı, diğer esmâ tarikatları gibi esmâ-i hüsnâdan yedi ismin (kelime-i tevhid, Allah, hû, hay, hak, kayyûm, kahhâr) zikredilmesini seyrü sülûk esası olarak ele alan, halvet ve tekke merkezli tasavvuf anlayışına sâhip Halvetiyye mensûbudur. Ayrıca tasavvuf anlayışına getirdiği yeniliklerle temayüz etmiş ve bu sebeple kendisine Halvetî-Şâbânî tarikatının kendi adıyla anılan Kuşadalı (Kuşadaviyye, İbrâhimiyye) kolu nisbet edilmiştir.

Kuşadalı, tekkelerde artık feyiz kalmadığını söyler. Onun için seyr ü sülûkü tekke dışında bulunduğu her yerde sohbetlerle sürdürdü. İlim tahsilini seyrü sülûkün yarısı sayardı, esmâ zikrini zorunlu bir uygulama olmaktan çıkarıp müridde istidat zuhur edinceye kadar istiğfar ve salavât-ı şerîfe dersiyle yetindi. Kul tertîbi dediği evrâd ve ahzâb okuma yerine zikir olarak mânasını düşünüp yüksek sesle Kur’ân-ı Kerîm’i hatmetmeyi tavsiye ederdi.16

*

Kariyer hayatının başlangıcında Kuşadalı hakkında bir doktora çalışması yapan Yaşar Nuri Öztürk, onun tekkeler hakkında ki tavrı konusunda keskin bir kanaate sâhiptir. Öztürk’e göre “Kuşadalı’nın izlediği ve izlettiği sülûkte tekkeye yer yoktur.” O tasavvufî hayattan tekkeyi çıkarmakla bir inkılâp yapmıştır. Öztürk abartılı bir ifade ile şöyle der: “Kuşadalı bu cephesiyle tasavvuf tarihinde bir dönüm noktası sayılabilir düşüncesindeyiz.17

Yazar bu görüşüne delil olarak, evvelce sözünü ettiğimiz gibi, tekkesinin yanması karşısında Kuşadalı’nın kayıtsız kalmasını; o sırada tekrar yapılmasına izin vermemesini, ayrıca iki sözünü gösterir. O sözlerden biri “Fîzemâninâ (zamanımızda) tekkelerde sülûk ve irşad tavrı yok” ifadesidir.18

Hazrete atfedilen ikinci cümle şudur: “Evler istirahat içün, câmiler ihfâen ibâdet içün olmasına binâen, tekkeler yapılıp cehren çalışması içün mukaddem işâret olunmuş. Şimdi tekkeleri meyhâne, kerhâne idiyorlar.”19

Birinci sözde elbette gerçek payı vardır. O devirde geleneksel tekke âdâbına, sülûk ve irşad tavırlarına sâdık olan tekkeler olduğu gibi, daha lâubâlî ve gevşek tavırlı tekkeler de vardı.

İkinci sözün bir bölümüne katılmak mümkün değildir. Bâzı tekke mensuplarının içki içtikleri vâkidir. Bunlara haklı olarak kızan Kuşadalı’nın, tekkelerin meyhâne edildiğini söylemesi anlaşılabilir. Ama “tekke” ve “kerhâne” kelimelerinin yan yana getirilmesi insafsızlıktır. Tekkelerin hiçbirinde bunu doğrulayacak bir durum olmadığını düşünüyoruz. Bu karışıklık, kelimenin halk dilindeki ve günümüzdeki anlamından kaynaklanmıştır.20

Baş tarafta, asıl olan tasavvuftur, tekkeler tasavvufun olmazsa olmazı değildir, dedik. Ama tarihî tecrübenin bu kurumların ortaya çıkardığını ve bunların başarılı olduğunu da belirttik. Bozulmalar meydana gelince, tamânen gereksiz görme yerine ıslah edilmesi akla daha uygundur.

Bazı tekkelerdeki dejenerasyonu elbette başkaları da görmüş olmalıdır. Nitekim Tanzimatla birlikte, Kuşadalı’nın vefatından 21 sene sonra bu konuda Meclis-i Meşâyıh diye bir kurum oluşturulmuştur.

*

Sonuç: Tekke, tasavvufun kurumlaşmış şekli demek olan “tarîkat” mensuplarının bir arada bulunduğu mekân demektir. Tarih içinde tekkeler zikir meclisi, irfan ocağı, mescit, misafirhâne, aşevi, kütüphane, postane, sanat öğretimi gibi çok çeşitli hizmetlere mekân olmuştur.

Osmanlı’nın gerilemesine paralel şekilde, her kurum gibi tekkelerde de bir bozulma görüldü, bir kısmında irfan yuvası olma özelliği geri planda kaldı. Tam da bu dönemde yaşayan Kuşadalı İbrahim Halvetî, mevcut şekliyle tekkelerin işlevini kaybettiğini düşünüyordu. Tasavvufun özü olan tevhid, itrfan ve ahlâk ilkelerinin, tekke riüeli olmadan da sohbet yoluyla canlı tutulabileceğini düşünüyordu.

Zaman içinde her kurumda yozlaşmalar olabilir. Bu durumda tamamen kapatma yerine, ıslahı cihetine gidilmesi daha uygun olsa gerektir.

(Kuşadası, 01.04.2016, Kuşadalı İbrahim Halvetî Sempozyumunda sunulan tebliğ)

1 Gelibolu Mevlevihanesi’nin şeyhi Mustafa Dâniş Efendi’nin vefâtı üzerine yerini alacak şeyhin belirlenmesi anlatılırken şu ifade dikkati çeker: “Arkası olanlar bastırdılar. İltimâsı bulunanlar ettiler. (…) Nâfia nâzırıMahmud Celâleddin Paşa, dahiliye nâzırı Memduh Paşa, mâbeyn kâtibi Tahsin Bey gibi kodamanların iltizâmıyla, Burhâneddin babasının postuna oturdu (1896).” Tâhir Olgun, Çilehâne Mektupları, Akçağ, Ankara, 1995, s. 81
2 Bkz. Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişleri, Vakıflar Dergisi, II, Ankara, 1942
3 Özetle sunduğumuz tekkeler hakkındaki bilgi için bkz. Mustafa Kara, “Tekke”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), c. 40,  s. 368-370
4 M Demirci, “Türkiye’nin Çağdaşlaşma Sürecinde Tarîkatler”, Tarihten Günümüze Tasavvuf Kültürü-Makaleler içinde, Vefa yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 646
5 Bk. İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet Tekke Münasebeti, 196 vd. İstanbul 1984.
6 Age, 214.
7 Mustafa Kara, Tekkeler ve Zaviyeler, 404, 3. baskı, İstanbul 1990
8 Age, 298
9 Bkz. Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halvetî, İstanbul, 1982, s. 3
10 Nihat Azamat, “Kuşadalı İbrahim Efendi”, DİA, İstanbul,  2002, c. 26,  s. 468-470
11 Hüseyin Vassaf, Sefînetü’l-Evliyâ, haz. Mehmnet Akkuş-Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul, 2006, c. IV, s.111
12 Baha Tanman, “Kuşadalı Tekkesi”, DİA, c. 26,  s. 470
13 Nihat Azamat, age ve yer
14 Vassaf, age, ve cilt, s. 113
15 Nihat Azamat, age, s. 469
16 Nihat Azamat, ag yer
17 Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halvetî, İstanbul, 1982, s. 88
18 Age, s. 89, 101
19 Age, s. 204
20 Eski lügatlerde “kerhâne” diye bir kelime yoktur, aslı “kârhâne”dir, yazarken de imlâsı öyledir. Kāmûs-ı Türkî, Ferid Devellioğlu ve Kubbealtı Lugatı’nda “kârhâne” sözü için üç anlam verilir. Önem sırasına göre: 1- işyeri, imalâthâne, atölye, fabrika. 2- süt ve sütten mâmul şeylerin satıldığı yer; bâzı yiyeceklerin yapıldığı yere de denirdi: Boza Kârhânesi. 3- genelev umumhâne. Buna göre Kuşadalı, umumhâneyi kasdetmeyip, tekkelerin amacı dışına çıktığını, maîşet mekânları hâline geldiğini söylemek istemiştir, diye düşünüyorum.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.