DÖVENE ELSİZ SÖVENE DİLSİZ OLMAK

DÖVENE ELSİZ SÖVENE DİLSİZ OLMAK

Prof. Dr. Mehmet Demirci

Yûnus Emre XIII. yüzyılın ikinci yarısıyla XIV. yüzyılın başlarında yaşadı (1240-1320). O zamanlar Anadolu’da tasavvuf inanışının çok etkiliydi. Yûnus, devrinin tasavvuf inanış ve düşüncesini büyük bir kudret ve belâgatle dile getiren san’atkâr şahsiyettir Bunu basit bir dille ve samîmiyetle ifâde ettiği için, tasavvuf esaslarını halk arasında kuvvetle yaymıştır. İslâm tasavvufunun inceliklerini sâdelikle, derinlikle ve hiç bir dar kalıp içine düşmeden ifade etmiştir.1 Vahdet-i Vücûd XE “Vahdet-i Vücûd” düşüncesini ve ilâhî aşkı islâmî ölçülere uygun bir şekilde dile getirmiştir.2

Bu çerçevede Yunus Emre’nin meşhur beytinin dîn-tasavvufî açıklamasını yapmak istiyorum. Beyit şudur:

Döğene elsiz gerek söğene dilsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek sen derviş olamazsın

Beytin bu şekli Burhan Toprak’ın hazırladığı “Yunus Emre Divanı”nda yer alır. Şiirin tamamı şöyledir:

Dervişlik der ki bana; / Sen derviş olamazsın.
Gel ne diyeyim sana, / Sen derviş olamazsın.

Derviş bağrı taş gerek, / Gözü dolu yaş gerek.
Koyundan yavaş gerek, / Sen derviş olamazsın.

Döğene elsiz gerek, / Söğene dilsiz gerek.
Derviş gönülsüz gerek, / Sen derviş olamazsın.

Dilin ile şakırsın, / Çok maniler dokursun.
Vara, yoğa kakırsın, / Sen derviş olamazsın

Kakımak varmışsa ger, / Muhammed de kakırdı.
Bu kakımak sende var, / Sen derviş olamazsın.

Doğruya varmayınca, / Mürşide ermeyince.
Hak nasib etmeyince, / Sen derviş olamazsın.

Derviş Yunus gel imdi, / Ummanlara dal imdi.
Ummana dalmayınca, / Sen derviş olamazsın. 3

Zamanımızda en muteber Yunus Emre Divanı’nda ise metin şu şekildedir:

Derviş gönülsüz gerekdür sögene dilsüz gerekdür

Dögene elsüz gerekdür halka berâber gerekmez

Söz konusu Divanda şiirin tamamı şöyledir:

Ben dervîşem diyen kişi iş bu yola ‘âr gerekmez

Dervîş olan kişilerün gönli gendür tar gerekmez

Dervîş gönülsüz gerekdür sögene dilsüz gerekdür

Dögene elsüz gerekdür halka berâber gerekmez

Halka benzetmeye işin süre gönlinden teşvîşin

Yüz bini birdür dervîşün arada agyâr gerekmez

Eger dervîş isen dervîş cümle ‘âlem sana biliş

Fuzûllıgı hulka degiş arada agyâr gerekmez

Dervîş olan kişilerün miskînlikdür ser-mâyesi

Miskînlikden özge bize mâl u mülk ü şâr gerekmez

Er elini aldunısa ere gönül virdünise

İkrârıla geldünise pes ere inkâr gerekmez

Yûnus sen gördügün eri arturma gördügün biri

Şudur budur diyübeni dervîş târumâr gerekmez4

*

Döğene elsiz gerek söğene dilsiz gerek

Derviş gönülsüz gerek sen derviş olamazsın

mısrâlarında Yunus’un tevhid inancından kaynaklanan engin insan sevgisi dikkati çeker. Karşısındakinden zarar ve hakaret görse de olgun insanın, kimseye kırıcı davranmaması ve gönül koymaması isteniyor. Atasözünde ifâde edildiği gibi “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik ise er kişinin kârıdır.” Yûnus sevgi dolu gönlüyle “er kişi” yâni olgun kişi olmayı tavsiye ediyor.

Bir de şu var: Elsiz ve dilsiz olmak, dayak yerken veyâ hakarete uğrarken karşılık vermemek, kendini savunmamak ve kör bir tevekkülle eli kolu bağlı oturmak demek değildir. Elbette insanca ve medenîce mukabele gerekir. Bu mısrâlarla denmek istediği şudur: Kendini savunur ve kötülüğe mukabele ederken elsiz ve dilsizmişçesine, gaddarca olmaksızın davranmalısın. Karşındaki insanın kötü hâline sen de iştirak etmemelisin. Hele ki uğradığın zararı ondan bilmek gafletine düşerek gönül koymaya kalkmamalısın.

Bu beyti şer’î-zâhirî açıdan dînin sabır ve affediciliği teşvik eden esaslarıyla açıklayabilirz. “Döğene” karşı şu veyâ bu şekilde mukabele etmek bir haksa da, sabredip “elsiz”mişcesine karşılık vermemek bir fazîlettir. Zâten tasavvuf ve dervişlik, ortalama dindarlığın üstüne çıkarak “fazîlet”leri artırma gayretinden ibârettir. Kur’an’da “Eğer cezâ vermek isterseniz, size yapılanın aynıyla mukabele edin. Fakat sabrederseniz, andolsun ki bu sabredenler için daha iyidir.”5 buyrulur. Ayrıca “…öfkelerini yenerler insanların kusurlarını affederler…” diye tavsif edilen kimselere cennet vâdedildiği6, dolayısıyle bu hoşgörülü ve insancıl tavrın Kur’an ahlâkında teşvik edildiği görülür. Ayrıca Hz.Peygamber’in olgun ve fazîletli müslümanı târif ederken kullandığı ifâdeler de aynı gerçeği açıklar. Bu kimseler: “Elinden ve dilinden müslümanların selâmette olduğu”7 kişilerdir. Aşağıdaki âyetler bütün bu hususları hulâsa etmektedir:

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse sanki candan bir dost olur. Bu güzel davranışa ancak sabredenler kavuşturulur; buna ancak (hayırdan) büyük nasîbi olan kimseler kavuşturulur.”8

Bu izahlar daha çok dînin zahir ölçülerine göre yapılabilecek açıklamalardır. Konunun tasavvufî arka planı ise çok derindir. Sözünü ettiğimiz Nahl suresindeki ayette bu yöne dair bir ipucu vardır. Maruz kaldığı kötülüğe karşı birine misliyle ceza vermek bir haktır, konunun şer’î yönü yani fetva ciheti böyledir. Ayetin devamında ise sabretmekten bahsedilir. Bu ise bir fazîlettir ve işin “takvâ” yönüdür.

Burada söylemek istediğimiz halk arasında “fetvâ meselesi ve takvâ meselesi” olarak geçen ifadenin ciddî bir karşılığı olduğuna işaret etmektir.

Gelelim meselenin takvâ yönüne veya tasavvufî-bâtınî arka planına. Tasavvuf ahlakında “İncitmemek ve incinmemek” diye bir ölçü vardır. İncitmemek daha kolaydır. İncinmemek ise çok defa bizim irâdemizi aşar. İnsan kalbi çok hassastır, olmadık sebeple birden kırılıverir. Bu konuda başarı gösterebilmek daha kuvvetli bir îmânı gerektirir. Bu da Allah’ın birliğine ilâveten O’nun gerçek fâil olduğuna inanmayı gerektirir.

Niçin inciniriz? Birisinin bir sözü, bir hareketi, bir davranışı, hatta bir îmâsı bizi üzer de onun için. Peki incinmemeyi nasıl başaracağız?

Şöyle: Bizi üzen, inciten kimsenin bir vâsıta olduğunu, onu yaptıranın gerçekte Yüce Allah olduğunu düşünerek… Allah’a kızmak, O’ndan incinmek abes değil midir?9 İşte “dövene elsiz sövene dilsiz” olmak budur.

Yûnus’un bu sözleri tek başına ele alınınca, onların Hz. Îsâ’ XE “Îsâ'” nın “Bir yanağına tokat vurulduğu takdirde, (karşı koymak yerine) hemen öteki yanağını çevir”10 sözünde ifâdesini bulan pasif bir hayat anlayışını sergilediği kanâati uyanır. Bizce bu kanâat yanlıştır. Bu mısrâlar tasavvuf düşüncesinin bütünü içinde ele alındığı zaman, burada pasifliğin teşvîki gibi bir husus görülmez. Söz konusu olan, her mes’elede olduğu gibi burada da, “fâil-i hakîkî”nin Allah olduğunu düşünerek, döğme ve söğmeye âlet olan kişiye kızmak ve ona gönül koymak yerine, hâdiseyi olgunlukla karşılamak gerektiğidir. O kişiye gönül koyduğumuz takdirde, fiili ondan bilmiş, dolayısıyle gerçek fâil olan Hak’tan gafil olmuş oluruz.

TEVHİD

İslâm’ın da tasavvufun da nihaî amacı tevhidi gerçekleştirmektir. Tevhid soyut bir inanç değildir. Asıl olan bu inancın yaşanır hale gelmesi, davranış ve ahlâk olarak hayata geçirilmesidir. İşte bu alanda insanların farklı noktalarda olduğu görülür.

Kelime-i tevhîdin çeşitli anlaşılış dereceleri vardır. “Lâ ilâhe illallah” sözünden büyük çoğunluğun anladığı şey “Lâ ma’bûde illallah” yani Allah’tan başka ibâdet edecek varlık yoktur, demektir. Bu “avâm”ın yani sıradan çoğunluğun tevhîdidir. Bu seviyedeki insan elbette Allah’ın birliğini ikrar eder. Fakat bunun yanında, O’ndan başkasından bir şeyler umar veya korku duyar.11 Bu seviyedeki kişi tevhid ve tasdîkın hakîkatine erseydi, kimseden bir şey beklemez ve kimseden korkmazdı.

Şu ayet de bu meseleye açıklık getirebilir: “Hevâ ve hevesini (arzu ve isteklerini) ilâh edineni gördün mü?”12 Mü’min olduğu halde, bu durumda bulunan ne çok insanımız vardır.

Seçkin insanların (havâssın), yüksek erdem sâhiplerinin kelime-i tevhidden anladıkları ise “lâ fâile illallah”tır. Yani Allah’tan başka gerçek fâil yoktur, demektir. Bunu söz olarak tekrarlamak kolaydır, ama asıl olan hâl edinmek, yani içselleştirmektir, uygulamaktır. İşte bunu başarabilenler, insanlardan hakāret görünce belki üzülürler, fakat incinmezler, o fiili Allah’tan bilirler. Dövene karşı elsiz olurlar.

Bu seviyedeki kimse şöyle düşünür: Bu adam neden böyle kırıcı bir harekete âlet oldu acaba diye üzülürler. Hattâ benim ne gibi bir hata vardı ki bu bana revâ görüldü? diye bir muhâsebeye girerler.

Kelime-i tevhîdin anlaşılış biçiminin daha derin iki seviyesi vardır. Üçüncüsü “Lâ maksûde illallah” yani Allah’tan başka hiçbir şey arzu etmemek, istememek. Dördüncüsü ise “Lâ mevcûde illallah” yani Allah’tan başka hiçbir gerçek mevcut kabul etmemektir.

Bu son noktada muvahhit (tevhidi yaşayan) kendi iradesini Allah’ın iradesinde yok etmiştir. 13Kudsî hadiste belirtildiği gibi “o, Allah’la işitir, O’nunla görür, O’nunla yürür.”14

Bu seviye tam da meşhur tasavvuf tarifini hatırlatır: “Tasavvuf Hakk’ın seni senlikten öldürmesi, kendisi ile dirilmesidir”15 tarifin ilk safhası “fenâ fillâh”, ikincisi “bakā billâh” diye anılır.

*

Halkımızın irfanı “tevhid” anlayışını güzel ifadelerle dile getirir. Bunlardan biri şöyle: Şerîatte benimki benim seninki senindir. Tarîkatte benimki de senindir. Hakîkatte ne senindir ne benim, hepsi, hepimiz O’na âidiz.

Gerçek tevhit budur. Burada, ferdiyet cem’iyyette yok oluyor. Bu durum “ferd”in kaybolması anlamına gelmez. Aksine ferdin aslına kavuşup, O’nunla birlikte olmanın şuuruna ermesi, böylece daha da güçlü hâle gelmesi demek olur. Bu, fenadan sonraki bakādır, Hak’la bâkî olmaktır; O’nunla görmek, O’nunla işitmek, O’nunla yürümektir. Bir başka ifadeyle tevhid deryasına dalmaktır.

Cûylar çün irdiler deryâya hâmûş oldular.16

İkinci fıkra özetle şöyle: Şerîat, tarîkat, marifet ve hakîkatin ne demek olduğunu merak eden müride hocası, bunu tatbîkî olarak öğretmek ister. Büyük bir camide sütunların dibinde insanlar oturmaktadır. Hoca, müride o insanlardan her birinin ensesine birer tokat atmasını ve neticeyi kendisine bildirmesini söyler. Mürit denileni yapar.

İlk tokat vurduğu kimse, kalkar aynı şiddetle bir tokatla cevap verir. İkincisi tokadı yeyince sadece dönüp müride bakar. Üçüncü kişi hiçbir tepki vermez, sanki tokadın farkında bile değildir. Dördüncü kimse yediği tokattan sonra kalkıp vuranın elini öper.

Hoca bütün bunları şöyle açıklar: Birinci kişi şerîat ehlidir, yediği tokada, kısasa kısas gerek diyerek tokatla mukabele etti. Tıpkı sözünü ettiğimiz ayetteki gibi tokadın misliyle cevap verdi.

İkinci kişi tarîkat ehlidir, bu sille bana Hak’tan geldi ama acaba kim vasıta oldu diye, dönüp sana baktı.

Üçüncüsü mârifet ehlidir; bir fenâ ve sekr hâli yaşadığından vurulan tokadın farkına bile varmadı.

Dördüncü kişi hakîkat ehlidir, o, fenadan sonraki baka ve sahv hâlindedir. Onun bir ayağı fenâ âleminde ötekisi baka âlemindedir. Bu tokat bana Rabbimden geldi, O beni hatırladı; vuran kimse buna vâsıta olduğu için belki de minnet ve şükran duygusuyla onun elini öptü. Yani dövene elsiz oldu.

Yunus Emre aynı inanışı başka şiirlerinde de tekrarlar:

Bana ağu sunan kişi şehd ü şeker olsun aşı

Gelsün kolay cümle işi eli irer olsun ana

Önümce kuyu kazanı Hak tahtın ağdursun anı

Ardumca taşlar atanı güller nisâr olsun ana17

Bu düşünce ve inanışa sahip olan Yunus, hiçbir zaman pasif bir derviş görüntüsü vermemiştir, o maddî ve manevi bakımdan hareketlidir.

Gezdim Urum’ıla Şam’ı

Yukaru illeri kamu18

diyen biridir. Öte yandan kıyamete kadar insanlara manevi nafaka olacak ölümsüz şiirleri söyleyen kimsedir.

*

Konumuz olan ve benzeri şiirler genellikle pasiflik ve uyuşukluk olarak anlaşılır. Bu sebeple tasavvuf inanışı itham edilir. Bu durum meselenin özünü iyi bilmemekten kaynaklanır. Bu “öz” şudur:

“Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturundan haberdar olmayan biriyle bu anlayışı benimseyen kimsenin tavrına bakalım:

Birincisi dövme ve sövmeye maruz kalınca buna mukabelede bulunur, bu sırada öfke ve intikam hissiyle daha ağır karşılık verir. Sonunda hem kendine hem karşısındakine istenmeyen zararlar verebilir.

Yunus gibi düşünenler de dövene karşı mukabelede bulunur; ne var ki işi en az zararla atlatmaya bakar. Körü körüne dayak yemez, gücü yetiyorsa döveni etkisiz hale getirmeye çalışır. Bu sırada öfkesine mağlûp olmaz. Sövmeye maruz kalınca ise aynıyla cevap vermez, söveni teskin etmeye çalışır. Bütün bunlardan ders çıkarmaya bakar. Her şeyin Hak’tan geldiğini, dövenin ve sövenin bir vasıta olduğunu düşünür, onlara acır. Böyle inanan ve davranan insanların gönlü hoş ve başı diktir. Mir’âtî onları anlatır:

Elsiziz, belsiziz, dilsiziz ammâ

Gezeriz âlemde erkekçesine.

Hz. Mevlânâ bu kâmil insanları kendi üslûbuyla anlatır:

Bir kimse kendi evinin etrafina güller, fesleğenler dikse her bakışında gül ve fesleğen görür ve kendisini her zaman cennetteymiş gibi hisseder. İnsanların iyiliğini söylemeğe ve onlara hayır dilemeğe alışmış kimse de adeta onların sevgilisi olur ve onları hatırlayınca sevdiğini yadetmiş olur. Bu durum gül ve güllüktür, ruh ve rahattır. Birinin kötülüğünü söylediğin vakit, o kimse gözünde sevimsizleşir. Onu hatırlayınca sanki yılan yahut akrep veya çör çöp görmüş gibi olursun. Buna göre mademki gece gündüz gül, gülistan ve İrem bağları görmek imkânın var, o hâlde niçin dikenlerin ve yılanların bulunduğu bir yerde dolaşıyorsun? Bütün insanları sev ki, daima çiçekler ve gül bahçeleri içinde bulunasın. Eğer herkesi düşman bilirsen, düşmanların hayâli gözünün önünden gitmez, sanki gece gündüz dikenler içinde ve yılanlar arasında geziyormuş gibi olursun.19

Baştaki beytimizin ikinci mısrâındaki “gönülsüz” kelimesi burada “alçak gönüllü, mütevâzı” anlamına gelir.20

Bu olgun, yapıcı ve dinamik insanların sayısı arttıkça, daha sağlıklı bir toplum yapısı ortaya çıkacaktır.

(41 Ekim 2016’da Manisa’da II. Uluslararası Yunus Emre Sempozyumunda sunuldu)

1 Mehmet Demirci, Yunus’ta Hak ve Halk Sevgisi, Eskişehir 2013, Ankara, 2013, s. 19
2 Faruk Kadri Timurtaş, Yûnus Emre Dîvânı, 24-25 İstanbul trz.
3 Burhan Toprak, Yunus Emre Divanı, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1960, s. 114
4 Yunus Emre Divanı Tenkiti Metin, haz. Mustafa Tatçı, H yayınları, İstanbul, 2008, s. 129
5 Nahl 16/126
6 Âl-i ımran 3/134
7 Bk.Buhârî îman, 4,5; Tecriî-i Sarîh terc.I, 29.
8 Fussılet 41/34-35
9 Mehmet Demirci, İyiler ve İyilikler, Nefes yayını, İstanbul, 2013
10 İncil, Matta, Bab, 5, 39. cümle; Luka, Bab, 6, 29. cümle
11 Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî ve Mektupları, Sönmez, İstanbul, 1969, s. 86
12 Furkan, 25/43
13 Bkz. Mehmet Demirci, Hadislerle Tasavvuf Kültürü, Vefa yayıncılık, İstanbul, 2009, s. 29
14 Buhari, Rikak, 38
15 Kuşeyrî, Risâle, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh yayını, İstanbul, 1978, s. 391
16 Atâî, Hadâiku’l-Hakāik fe Tekmileti’Şekāyık (Şakâik-ı Nu’mâniyye ve Zeyilleri, 2), haz. Abdülkadir Özcan, Çağrı yayınları, İstanbul, 1989, s. 603
17 Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, s. 35
18 Age, s. 296
19 Mevlânâ, Fîhi Mâfîh, çev. Melika Ülker Tarıkahya, İstanbul 1959 s. 261
20 Bkz. İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lügati, Bu sözlükte örnek olarak Yunus Emre’nin söz konusu beyti verilmiştir.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*