BİR KENAN RİFÂȊ MEDHİYESİNİN ŞERHİ

BİR KENAN RİFÂȊ MEDHİYESİNİN ŞERHİ

Prof Dr. Mehmet Demirci

Günümüze âit İlâhiyât-ı Ken’an kitaplarının[1] sonunda farklı kalemden çıkmış bir şiir yer alır. Kenan Rifâî[2] hazretlerinin çeşitli yönleri ele alınıp, ona medhiye olarak yazılmıştır. Kemal Edip Kürkçüoğlu’na[3] âit olan bu manzûme, Ahmet Hatiboğlu[4] tarafından bestelenenmiş olup, son yıllarda zevkle dinlenmektedir. Bu şiiri beyit beyit açıklamak istiyorum.

 

Bir şâh-ı felek-mertebedir Hazret-i Ken’ân
Dünyâyı tutar velvele-i devlet-i Ken’ân

 

Ken’an Rifâî Hazretleri mânevî mertebesi gökler kadar yüksek olan bir büyük mutasavvıftır. Onun mânevî makāmının (devletinin, büyüklüğünün) velvelesi cihânı tutar.

İkinci mısrâdaki “velvele” kelimesi sözlüğe göre gürültü, patırtı demekse de burada olıumlu bir anlam taşımaktadır. Şunu demek ister: Kenan Rifâî’nin mânevî makāmı ve saltanatı o kadar yüksektir ki; onun velvelesi yani sesi, mânevî etkisi dünyânın her tarafında duyulacak, hissedilecek kadar güçlüdür.
 
“Tallāhi lekad âserek’Allahu aleynâ”
Furkan’da tilâvet kılınan âyet-i Ken’ân.
 
Kur’an’daki “Allah’a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır” âyet-i kerîmesi Ken’an Rifâî için de bir işâret sayılır.

İlk mısra, Yusuf suresinin 91. âyetidir. Bağlamı şöyle: Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf, birçok mâcerâdan sonra Mısır’ın Mâliye Bakanı olur. Vuku bulan yedi yıllık bolluk günlerinde çokça erzak stoku yapar. Ardından gelen kıtlık senelerinde Mısır halkı sıkıntı çekmez. Civardan yardım talebi için gelenler de olur. Yusuf’u kuyuya atan kardeşleri de hubûbat istemek üzere gelirler. Yusuf onlara kendini tanıtır ve eski suçlarını hatırlatır. Kardeşleri derki: “Allah’a yemin ederiz ki Allah seni gerçekten bizden üstün kılmıştır, hakîkaten biz hatâya düşmüşüz.”[5] Beytimizin ilk mısrâsi işte bu âyetin baş tarafıdır.

Kürkçüoğlu ikinci mısrâda, Kur’ân-ı Kerim’deki bu âyetin anlam bakımından Kenan Rifâî için de geçerli olduğunu, onun da üstün bir yaratılışa sâhip bulunduğunu söyler.
 
Bâlâsına “Hayy” ismi celî hatla yazılmış,
Hak burcuna merkûz ezelen, râyet-i Ken’ân.
 
Onun endâmına sanki “Hayy” ismi celî hatla âşikâr bir şekilde yazılmış gibidir. Ken’an Rifâî’nin sancağı Hak kalesi burcuna ezelde dikilmiştir.

“Hayy” Esmâ-i husnâdandır. Hay, diri olan, yaşayan, hakkında ölüm geçerli olmayan varlık demektir. Hay ismi veya hayat sıfatı, kendisiyle diğer ilâhî sıfatların mevcûdiyet ve sıhhat kazandığı temel bir kavram konumundadır. Peygamber Efendimizin şöyle bir duâsı vardır: “Allahım! Beni hak yoldan saptırmandan senin izzet ve yüceliğine sığınırım. Senden başka tanrı yoktur. Sen ölmeyen bir dirisin. Cinler ve insanlar ise ölümlüdür.”[6]

Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmak diye bir ölçü vardır. İlâhî isimlerin insanlarda, beşer ölçüsünde yansıması, tezâhürü söz konusudur, meselâ Rahman isminin kişideki tezâhürü merhametli ve şefkatli olmaktır.

“Hayy” isminin kâmil insandaki yansıması onun canlı, hareketli, hayat dolu olması, aktif ve dinamik bir hizmet adamının tavrını takınması, irşad ve tebliğle çevresindekilerin mânen dirilmesine rehberlik yapması gibi anlamlar düşünülebilir.

Beytin bu ilk mısrâına göre Kenan Rifâî böyle biridir. İcrââtına ve tesirlerine bakılırsa Kenan Rifâî’nin gerçekten idealist bir maârifçi olduğu gibi, kâmil bir mürşit olduğu görülür. “Yaşadığım kadar ya bir şey öğrenmeliyim, ya bir şey öğretmeliyim”[7] düstûrunu benimsemiş aktif ve dinamik bir kimsedir.

İlk mısrâdeki “celî” açık, parlak demek; “celî hat”, hat sanatında sülüs veya tâlik yazının levhalarda, kitâbelerde kullanılan büyük ve kalın şekline denir.[8] Yani anlatmaya çalışılan özelliklerin Kenan Rifâî’de apaçık bir şekilde mevcut olduğu ifâde edilir.

Beytimizin ikinci mısrâında, Kenan Rifâî’nin bu özelliklerini, üstünlüğünü bir mânevî sultanlık ve büyüklük kabul edersek, onun sancağı Hak kalesinin burcuna tâ ezelde dikilmiştir. Yani Hak Taâlâ’nın ezeldeki ilm-i ilâhîsinde ve onun özelliğini böyle belirlemiştir.
 
Mehdî dese az, mürşid-i kâmil dese nâkıs,
Târîfine sığmaz kalemin hâlet-i Ken’ân!
 

Ken’an Rifâî’nin durumu kalemin târifine sığmaz; kalem ona Mehdî dese az gelir, kâmil mürşit dese eksik kalır.

Mehdî kavramı, âhir zamanda ortaya çıkıp insanları içinde bulundukları olumsuz durumlardan kurtaracak veya bozulmuş olan dîni düzeltecek kurtarıcılar için kullanılan bir sözdür. Mehdî tasavvuru hemen hemen bütün dinlerde bulunmaktadır. Bir kurtarıcı beklemenin temelinde psikolojik, sosyolojik, dînî ve siyâsî etkenlerin bulunduğu görülür.

Mehdî kelimesi Kubbealtı Lugati’nde şöyle açıklanır: “Şîîlerce, on birinci imam Hasan el-Askerî’nin oğlu olup babasının vefâtından sonra gizlendiğine ve kıyâmetten önce zulümle mücâdele etmek için tekrar ortaya çıkacağına inanılan on ikinci imam.”

Buradan hareketle, Mehdîlik hicrî 3. asırdan sonra sünnîler arasında da görülmeye başlandı. Özellikle tasavvuf çevrelerinde farklı anlamlar yüklenerek daha çok revaç buldu.

İşte bu inanç doğrultusunda Kemal Edip Kürkçüoğlu, Kenan Rifâî hakkında şöyle demek ister: Onu târif etme konusunda kalem yetersiz kalır. Zira ona Mehdî dese az gelir, mürşid-i kâmil dese eksik kalır. Onun değeri daha yükseklerdedir.
 
Hayru’l-halef-i emced-i sultân-ı Rifâî,

 Itlâkı olur lâyık-ı kutbiyyet-i Ken’ân.
 
Ken’an Rifâî Seyyid Ahmed er-Rifâî’nin yolunu devam ettiren hayırlı ve şerefli bir evlâdıdır, o kutupluğa lâyıktır.

Hayrü’l-halef, “Birinin maddî ve mânevî mîrâsına sâhip çıkan, onu devam ettiren kimse, hayırlı evlât”anlamına gelir. Buna göre ilk mısrânin anlamı şudur: Ken’an Rifâî Seyyid Ahmed er-Raifâî’nin yolunu devam ettiren hayırlı ve şerefli bir evlâdıdır. İkinci mısrâ ise kısaca; o, yani Kenan Rifâî kutupluğa lâyık biridir, demek olur.

Tasavvuf terimi olarak kutup, mânevî mertebelerin en yükseğinde bulunan kimse; zâhir ve bâtın âlemlerinin mânevî idârecisi, âlemin kalbi, âlemde Hakk’ın halîfesi vaziyetindeki insân-ı kâmil demektir. Genellikle her devirde bir tâne olduğu kabul edilir.

 
Bilsin bunu burhân arayan yerde, semâda,
Münkirleri ilzâma yeter hüccet-i Ken’ân!
 
Yerde gökte [Hakk’ın varlığına-birliğine, Peygamber ve Kitap gönderdiğine]  delil arayan şunu bilsin ki, inkârcıları susturmak için delil olarak Ken’an Rifâî yeter.

Münkir, İslâm dînindeki îman esaslarını inkâr eden, inanmayan, îmansız, inkârcı kimse demektir. Bunun karşıtı “mü’min”dir ve söz konusu esaslara inanan kimse anlamıma gelir.

Yeryüzünde sürekli bir iman-küfür mücâdelesi vardır. Bu, çeşitli şekillerde; yazı ile, kitapla, sohbetle ve benzeri faâliyetlerle yapılır. Bu açıdan Kenan Rifâî’ye baktığımız zaman hâli, tavrı, ahlâkı, öğretmenliği, tekke şeyhliği; özellikle sohbetleri[9], yazdığı ve bestelediği ilâhîleri ile ortaya koymuş olduğu sonuçlar îtibâriyle; gönülleri yumuşatan, inancı takviye eden, inkârcıları etkileyen, en önemlisi de bütün bunları bir muhabbet ve aşk potasında takdim eden hâliyle o apaçık bir hüccet, bir delil durumundadır.
 
Altında safa tahtı, vefâ tâcı başında,

Bir saltanat-ı bâhiredir kudret-i Ken’ân!
 
Altında safâ tahtı, başında vefâ tâcı olduğu halde Ken’an Rifâî’nin kudreti apaçık bir (mânevî) sultanlıktır.

O, arınmışlığı, süzülmüşlüğü, mânen tasfiye görmüşlüğü temsil eden bir taht üzerinde sayılır. Ayrıca kendisi her bakımdan vefâlıdır. Bu özelliği başta “ezel ahdine vefâ”sı olmak üzere, dünya hayâtında da insanlara olduğu kadar kullandığı eşyaya, meyvesini yediği ceviz ağacına[10] kadar uzanan çok geniş bir vefâ hâlesi, şeklinde tezâhür etmiştir.
 
Bî-hadd ü tenâhî, kerem-i mahz-ı İlâhî,
A’yanda kemâhî görünür satvet-i Ken’ân.
 
Allah’ın ona sınırsız ve sonsuz bir lütfu vardır. Ken’an Rifâî’nin üstün gücü [şu varlık âleminde de] meydanda olduğu gibi görünmektedir.

Gerçekten çıplak gözle bakılınca Kenan Rifâî’nin başarılı ve verimli bir hayat çizgisine sâhip olduğu dikkati çeker. Filibe’de eşraftan birinin torunu olarak dünyâya geldi. O toprakların elimizden çıkacağı anlaşılınca âilesi İstanbul’a göçtü. Devrinin en gözde okulu olan Galatasaray Sultânîsi’nde okudu. Maârifte müdürlükten başlayarak üst düzey görevlere kadar yükseldi. Karizmatik bir kişiliğe, güzel bir sîmâya, zengin bir şiir ve mûsikî kābiliyetine sâhipti.

Ona lütfedilen mânevî zenginliği tasvîre gücümüz yetmez. Şu kadarını söyleyelim; muhabbetiyle yavrusunu sarıp sarmalayan derviş bir anneye sâhip olması, onun sevkiyle tasavufa intisab etmesi, Medîne-i Münevvere’de Hamza Rifâî’den el alıp irşat göreviyle vazîfelendirilmesi, İstanbul’da açtığı Ümm-i Ken’an Dergâhı’ndaki verimli sohbet ve irşatlarıyla temâyüz etmesi, Hakk’ın ona sunduğu ikramlar olarak zikredilebilir. Böylece Kemal Edip Bey’in ifâdesiyle onun “bir saltanat-ı bâhire” yani apaçık bir mânevî sultanlık seviyesini ihraz ettiği görülür.
 
Bin kerre yener Sâm’ı da bir abd-i zaîfi,
Te’yîd edecek olsa eğer kuvvet-i Ken’ân.
 
Eğer Ken’an Rifâî’nin mânevî gücü zayıf bir kula destek olsa, o kimse Sam’ı bile bin kere yener.

Sam, İran’ın millî destanı Şehnâme’de adı geçen çok güçlü, bir kahraman olup, maddî kuvvetin sembolüdür. Şâir burada Kenan Rifâî’nin eğitim ve irşat yoluyla, insanlar üzerindeki güçlü etkisini anlatmak ister. Onun irşat halkasına giren bir kimse, mânen yüksek bir kemal noktasına ulaşır. Öyle ki, mecâzen Sam adlı tarihî kahramanı bile bin kere yenecek hâle gelebilir.
 
İsbât-ı kemâlâtına şâhid şu ki, bi’l-fevr
İhvânı muhabbetle bürür heybet-i Ken’ân
 

Ken’an Rifâî’nin kemâlâtının delîli şudur ki; onun heybet ve azameti, ihvânı birdenbire muhabbetle bürür.

Heybet “ insanda korku ve saygı duygusu uyandıran etkili görünüş, ululuk, azamet” demektir. Kenan Rifâî’nin karizmatik bir zat olduğunu söylemiştik. Mahir İz (1895-1974) onun bu özelliğine dikkati çeker: “Abdülaziz Mecdî Efendi âlim, zekî, şâir, üstün dirâyet ve firâset sâhibiydi; gördüğünü tesir altında bırakırdı. İstitrâden belirteyim ki, bu hal meşhur şeyh Ken’an Bey’de de vardı ve daha kuvvetli idi.”[11]

Tabiî bu durum dışarıdan bakan birinin gözlemidir. Bir de “dervişlik” devreye girince, onun müntesipleri üzerindeki etkisi daha bir derinlik kazanır ve onları “birdenbire muhabbetle bürür.”
 
Tefsîr-i hakîmânesidir sûre-i Nûr’un,
Aşk u nazar erbâbı için sîret-i Ken’ân.
 
Ken’an Rifâî’nin ahlâkı, seciyesi, karakteri; âşıklar ve Hak nûru ile bakan aşk ve fikir sâhipleri için Nur sûresinin hakîmâne bir tefsîri gibidir.

Nur sûresi, adını bu sûrenin 35. âyetinden alır. Âyetin biraz yorum katarak yapılan meâli şöyledir:

Allah göklerin ve yerin nûrudur, aydınlatıcısıdır. O’nun nûru, içinde lamba bulunan bir kandilliğe benzer. Lamba cam fânus içerisindedir. O cam sanki parlak inciden bir yıldızdır. Doğuda ve batıda emsâli bulunmayan mübârek bir zeytin ağacının yağından ışık alır. Öyle mübârek bir ağaç ki nerdeyse ateş değmese de yağı ışık verir. O nûr üstüne nûrdur, ışığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna yönlendirir. Allah bu örnekleri, insanlar için verir. Allah her şeyi bilir.”

Görüldüğü gibi âyet parlak sembollerle dolu, zengin mânâlı bir özelliğe sâhiptir. Nur sûresinin birçok yorum ve tefsirleri yapılmıştır. Bunlardan, tasavvufî bakımdan büyük değer taşıyanı Gazâlî’nin “Mişkâtü’l-Envâr” adlı küçük kitabıdır.

Bu âyeti Kenan Rifâî’de 16 beyitlik bir manzume alinde şerh etmiştir. İlk üç beyit şöyledir:

 
Semâvâtın hem arzın nûru Allah’tır, hemen Allah

Hudâ’dan gayrı var yoktur, bu varlık cümleten Allah

Bütün varlık hemen nûrdur, bütün zulmetse yokluktur

Hudâ birdir, O’dur mevcûd, O’dur var, gayrı var yoktur.

Sadır ‘mişkât’, ‘zücâce’ kalb, fuâd ‘mısbâh’, ‘şecer’ sırdır.

Fuâd kalbin, kalb sadrın, fûâdın aslı da “sır”dır[12]
 
Son beyitte görüldüğü gibi âyette geçen sembolik kelimelere şu mânâları vermiştir: Kandillik (mişkât) sadr (göğüs)tür, fânus (zücâce) kalb demektir; lâmba (mısbâh) fuad[13] (gönül) anlamına gelir; ağaç (şecer) sır demektir.

*

beytin ikinci mısrâında yer alan “sîret”, bir kimsenin ahlâkı, seciyesi, karakteri, dışa akseden davranışı demektir. Buna göre beytin anlamı hemen altında yazılan şekildedir.

Yani Kenan Rifâî yüksek ahlâkı ve seciyesiyle, Nur âyetinde anlatılmak istenen hikmetli, zengin ve derin mânânın bir tefsîri gibidir. Ahlâk ve icrââtıyla o da etrâfını aydınlatmış bir lamba, parlak bir inci,  emsâli bulunmayan bir mübârek insandır.

 
Pür-şevk ilâhîleri var, câna safâ-bahş!
Hepsinde ayândır nüket-i hikmet-i Ken’ân.
 

Ken’an Rifâî’nin câna safâ bahşeden, şevk dolu ilâhîleri vardır; bunların hepsinde onun hikmet nükteleri apaçık görülür.

Kenan Rifâî fıtraten mûsikiye yatkın bir yapıya sâhipti. Pratik olarak ney dersleri aldı ve mûsıkî nazariyâtı öğrendi. Mûsıkî aşkı Medîne’de bir hayli yoğunlaşmış; burada na’tler, ilâhiler yazıp bestelemiş ve müstesnâ sesiyle okumuştur. Medîne’deyken zamânının çoğunu Ravza-i Mutahhara’da vecd içinde geçirmekte, şiirler yazmakta ve onları bestelemekteydi. Medîne’den döndükten sonra da bol bol şiir söylemiş, besteler yapmıştır. Ayrıca ilâhîleri bestekârlar tarafından da bestelenmiştir.

İlâhîleri ve çeşitli manzûmeleri, notalı ve notasız olarak İlâhiyât-ı Ken’an[14] adlı kitaplarda toplanmıştır. Şiirlerde na’t türü parçalar çoğunluktadır. Ayrıca tevhid, münâcât, medhiye, mersiye ve öğütler bulunur. Kavram olarak en çok aşk, aşk ehli ve onların ahvâli üzerinde durulur. İnsanın mâhiyeti ve değeri, edeb, dervişlik, bu konularda öğütler, mârifet, ehl-i beyt sevgisi, âyet tefsirleri de öne çıkan konular arasındadır.

Bütün bu şiirlerde tasavvufî görüş hâkimdir. Tevhid, vahdet-i vücud, aşk-ı ilâhî, Hakîkat-i Muhammediyye, insân-ı kâmil, teslîmiyet, ilim, irfan bu şiirlerdeki başta gelen temalardandır.[15]
 
Vâdî-i tahayyürde koyar tâir-i aklı,
Eb’âd-ı berendâz-ı ufuk rü’yet-i Ken’ân.
 

Ken’an Rifâî’nin ufuk boyutlarını bir tarafa kaldırıp atan görüşü, akıl kuşunu hayret vâdîsinde hayretler içinde bırakır.

Şunu demek ister: Kenan Rifâî’nin aklı aşan görüşleri vardır. Onları kavrama konusunda akıl şaşıp kalır, buna gücü yetmez. Mutasavvıflar bütünüyle akla muhâlif olmaktan çok, aklı yegâne bilgi vâsıtası olarak kabul etme düşüncesine karşıdırlar. Akıl ve aklın mahsûlü olan ilim ancak kendi hudutları içinde kaldığı zaman, sâhasına giren konularda fevkalâde faydalıdır. Bu sınırları aştığı vakit iş göremez. Aklî düşünce mahiyeti icâbı şüphecidir. Ama şüpheye tahammü­lü olmayan konularda ne yapacağız?

Tasavvuf erbâbı hakîkate erme konusunda aşkın akıldan üstün olduğunu kabul eder. Kenan Rifâî de böyle düşünür. Akıldan maksadın bilmek, düşünmek, öğrenmek ve bulmak olduğunu; bilerek, düşünerek, görerek ibâdet etmenin, görmeyerek, bilmeyerek düşünmeyerek yapılan ibâdetten sonsuz derecede farklı olduğunu belirtir.[16] “İnsanlık demek akıl demektir. Fakat yemek ve içmek, giymek ve yürümeye eren maaş aklı değil.”[17] Ona göre akılla îzah olunamayacak şeyler var: Meselâ dört duvarı olan Kâbe’nin etrâfında dönme, Safâ-Merve arasında koşma, şeytan taşlama gibi.[18] Bu hareketlerin şekli bir anlam taşımaz. (Ama iç mânâları derindir MD) Akıl ancak aşk nûruyla ilâhî cemâli görebilir. Gerçi maaş aklında da bu nur var, fakat bütünü görmeye gücü yetmez.[19] Kur’an-ı Kerîm’in zâhir mânâsı gibi bâtın mânâsı var ki, aklın üstündedir.[20]

Gündelik hayâtı ve sohbetlerinin büyük çoğunluğu göz önünde bulundurulursa, Kenan Rifâî’nin aklı gereksiz veya küçük gördüğü söylenemez. Ama rûhî-mânevî hayâtı, hakîkatin inceliklerini anlatan sohbetleri, özellikle ilâhîlerinin çoğunluğuna bakılırsa; onun aklı aşan, akılla îzâhı yapılamayacak bir alana kapı açtığı muhakkaktır. İşte açıklamaya çalıştığımız beyit buna değinir. Bu bahsi öğrencilerinden Safiye Erol’un (1902-1964) açıklamasıyla noktalayalım:

“Gerçek âşıkların ne yapıp ne ettikleri meçhuldür. Kendi varlık atölyelerinde ne gibi denemelerde bulunuyorlar, kendi kendilerini arada mı kaynatıyorlar, istihsal edilen şeyler var mıdır, ne zaman, ne şekilde ortaya çıkabilir, bütün bunlar tahmîne gelir cinsten değildir.”[21]
 
Gelseydi Resûlü’s-sekaleyn üstüne sânî,

Bir anda olurduk giderek ümmet-i Ken’ân.
 
İnsanların ve cinlerin Resûlü olan Peygamber Efendimiz’den sonra bir ikincisi gelecek olsaydı, bir anda gidip Ken’an Rifâî’nin ümmeti olurduk.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed (as) son peygamberdir. Fakat farz-ı muhal, ondan sonra bir peygamber gelmesi söz konusu olsaydı; biz de ilmi, fazîleti ve ahlâkının güzelliği dolayısıyla Kenan Rifâî’nin ümmeti olurduk.
 
Kalmıştır erenlerden el almak yolu ancak, Âşıklar için vâcibedir bîat-i Ken’ân!
 
Fakat şimdi sâdece erenlerden el alma yolu kalmıştır. O halde âşıklar için yapılması gereken şey Ken’an Rifâî’ye bîat etmektir.

Artık yeni bir peygamber gelmeyecektir. Fakat onun mânevî vârisleri vardır ki, şimdi onlara intisap etme, onlardan el alma imkânı mevcuttur. O halde Hak âşıkları için yapılması gereken şey gidip Kenan Rifâî’ye bîat etmektir.

 
Düşsem dara imdâd u niyâz eylerim ondan,
Derhal ulaşır nusret-i bî-minnet-i Ken’ân.
 
Ben dara düşsem ondan yardım ister, ricâda bulunurum ve Hz. Kenân’ın yardım ve lutfu bana derhal ulaşır.

Büyük halk kütleleri, özellikle tasavvuf çevrelerinde Resûlüllah’ın, tarîkat pirlerinin, evliyâullahın yüzü suyu hürmetine Cenâb-ı Hak’tan yardım talep etme âdeti yaygındır. Konunun şer’î boyutu ise şöyle özetlenebilir:

“İstimdâd”, tasavvufta “peygamber ve velîlere sığınıp herhangi bir dileğin gerçekleşmesi için onlardan yardım dilemek” mânasında kullanılmıştır. Genel tercih kişinin doğrudan Allah’tan yardım istemesi, tehlikeli ve sıkıntılı zamanlarda sadece O’na sığınması şeklindedir

Ancak iyi niyete dayanan böyle bir davranışı gizli şirk saymak tevhid inancını benimseyen bir müslüman hakkında verilecek yanlış bir hükümdür.

İstimdâda benzeyen bir kavram da “tevessül” olup, bir müslümanın Hz. Peygamber’i yahut velîleri vesîle yaparak Allah’a yakın olmaya çalışması demektir.

Hayatta olan velîler ve sâlih müminlerin zâtıyla tevessülü câiz görenler, bunun Kur’an’da Allah’a yaklaştıran vesîleler aramayı emreden âyetin (el-Mâide 5/35) alanına dolaylı biçimde girdiğini söylemiştir. Bunu câiz görmeyenler de vardır. Ancak hayatta iken ve ölümlerinden sonra Hz. Peygamber’in, velîlerin ve sâlih kulların zâtıyla tevessülde bulunmayı şirk saymak doğru değildir.[22]
 
Rü’yâda el öptürdü kirâren bana Hazret
Hakkımda zuhûr etti demek himmet-i Ken’ân
 
Rüyâda o hazret bana birkaç kere el öptürdü. Demek ki benim hakkımda Ken’an Rifâî’nin himmeti zuhur etti.

Burada bize “ne mutlu” demek düşer.
 
Olmazken ölüm perdesi hâil ara yerde,

Vardır yine gönlümde benim hasret-i Ken’ân.
 
Ölüm perdesi arada bir engel teşkil etmezse de benim gönlümde yine Ken’an Rifâî hasreti vardır.

Kenan Rifâî 1950’de cemâle kavuştu. Bu şiirin yazıldığı tarih 1957. Yani daha öncesini bilmiyoruz ama o sırada yüz yüze görüşmeleri mümkün değil. Ne ki büyük ruhların görüşmeleri için ölüm perdesi engel teşkil etmez. Zâten Kemal Edip Bey rüyâsında bu nasîbe birkaç defa ermiştir. Ama baş gözüyle görmek bir başka güzeldir. İşte bunu gönlünde bir hasret olarak taşımaktadır.
 
Her lâhza Kemâl et onu Kur’ân ile tizkâr,
Bildinse nedir lâzime-i hürmet-i Ken’ân
 
Ken’an Rifâî’ye hürmet vecîbesinin ne olduğunu bildinse Kemal, onu her an Kur’an ile anmalısın.

Ey Kemal! Kenan Rifâî’nin hürmet edilmesi gereken bir zat olduğunu biliyorsun. O halde her an onu Kur’an’la, yani aziz rûhu için Kur’an-ı Kerim okuyarak anmalı, hatırlamalısın.

Övenin, övülenin ve bu manzûmeyi besteleyenin her üçünün de ruhları şâd olsun.

(Kubbealtı Akademi Mecmuası Ocak-Nisan 2020 sayısında çıktı)

 

 

 

[1] İlâhiyat-ı Ken’an (notalı), neşreden Yusuf Ömürlü, İstanbul, 1988; aynı kitap, Cenan Vakfı yayını, 2014; aynı kitap (sadece güfteler) Haz. Mustafa Tahralı, Cenan vakfı yayını, İstanbul, 2013

[2] Ken’an Rifâȋ (1867-1950): Bir eğitimci ve mutasavvıf olan Kenan Rifâî Osmanlı’nın son döneminde Maârifin çeşitli kademelerinde öğretmen ve yönetici olarak hizmet verdi. Ayrıca tasavvuf ve irfan hayâtımızda unutulmaz izler bıraktı. 1908-1925 arasında bir Rifâî tekkesi olan Ümmü Ken’an Dergâhı şeyhliğinde bulundu. Kitaplar yayımladı. İlâhî güfteleri yazıp besteledi.

[3] Kemal Edip Kürkçüoğlu (1902-1977): Urfa’nın eski bir ailesinden olup Abdülkādir-i Geylânî soyundandır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Klasik Şark Dilleri Bölümü’nü bitirdi. Ayrıca bir taraftan câmi derslerine devam ederek dinî konularda kendini yetiştirdi. Özel hocalardan da faydalanıp Fransızca, Arapça ve Farsça öğrendi. İlk mektep muallimliğiyle başladığı mesleğini Üniversite hocalığına kadar taşıdı. Eğitimin yüksek kademelerinde bürokrat olarak çalıştı.

[4] Ahmet Hatiboğlu (1933-2015): Burdur doğumlu olan Ahmet Hatiboğlu Hukuk Fakültesini bitirmişse de ömrünü mûsikîye vermiştir. Dînî ve din dışı formlarda pek çok bestesi bulunan Hatipoğlu, özellikle dînî mûsıkîmize nâdîde eserler kazandırmıştır. O tasavvuf mîusıkîsine olan ilgiyi canlandırmakla kalmadı, bu alanda yeni ve özgün besteler yaptı. Şerhini yapacağımız şiiri de Hicâzkâr makāmında hârikulâde bir İlâhî olarak bestelemiştir. Notası için bkz. Ahmed Hatiboğlu Beste Külliyâtı, Türkiye Diyânet Vakfı yayınları, Ankara, 2011, s. 106-107

[5] Yusuf, 12/91

[6] Müslim, Ẕikir, 67

[7] Sâmiha Ayverdi ve arkadaşları, Ken’an Rifâî ve Yirminci Asın Işığında Müslümanlık”, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2003, s. 125

[8] İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati

[9] Bkz. Ken’an Rifâî, Sohbetler, Kubbealtı neşriyâtı, 4. Baskı, İstanbul, 2011 (729 sayfa)

[10] Bkz. Ken’an Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, s. 77; Mehmet Demirci, Ken’an Rifâî Yazıları, Cenan Vakfıneşriyatıı İstanbul, 2016, s. 77

[11] Mahir İz, Yılların İzi, İstanbul, 1975, s. 161

[12] Ken’an Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’an, haz. Mustafa Tahralı, Cenan Vakfi neşriyâtı, İstanbul, 2013, s. 171

[13] Kalb göğüs boşluğundaki kan pompalayan organdır, “yürek” demektir. “Fuad” ise kalbe âit olan Rabbânî bir latîfe olup sırların mahallidir, Türkçe’de “gönül” denir. Bkz. Kāmus tercümesi.

[14] İlâhiyât-ı Ken’an (Notalı), haz. Yusuf Ömürlü-Dinçer Dalkılıç, s. 192, İstanbul 1988; Notasız şekli, Ken’an Rifâî, İlâhiyât-ı Ken’an, yayına hazırlayan Mustafa Tahralı, Cenan Vakfı neşriyatı.
[15] Daha geniş bilgi için bkz. Mehmet Demirci, Ken’an Rifâî Yazıları; Yüce Gümüş, Ken’an (Rifâî) Büyükaksoy
Musiki Yönü ve Eserleri,
Zahir yayınları, 2013
 

[16] Sohbetler, s. 574

[17] Age, s. 410

[18] Age, s. 172

[19] Age, s. 287

[20] Age, s. 545

[21] Ken’an Rifâî ve Yirminci Asır.., s.319

[22] Konunun ayrıntısı için bkz. Yunus Şevki Yavuz, “İstimdad”, DİA, c. 23, “Tevessül”, DİA, c. 41

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*