SEVGİ BAHT OLMUŞ EZELDEN BİZE

SEVGİ BAHT OLMUŞ EZELDEN BİZE[1]

Mehmet Demirci

Sevgi yaradılıştan getirdiğimiz en güçlü duygulardan biridir. Kubbealtı Lugati’nde şöyle tarif edilir: “Sevgi; İnsanı karşılık beklemeden yakın ilgi, dostluk, şefkat, bağlılık göstermeye yönelten ve fedâkârlıkları göze aldıracak kadar güçlü olabilen duygu, sevme duygusu, muhabbet.” Bu biraz şümullendirilmiş bir tanımdır. Daha basite irca edilerek yapılan tariflerden birine göre sevgi “ülfet”tir, ülfet alışma, kaynaşma, ünsiyet demektir. Gazali’de daha basit tarifler vardır: “Sevgi, iyi olan bir şeye karşı kendiliğinden olan bir meyildir.”

Gazali’de şu izahlar da bulunur: Lezzetli olan her şey sevilir. Lezzet ise idrake tabidir. İdrak zahiri ve batınî olmak üzere ikiye ayrılır: Zahiri lezzet alanı beş duyunun zevk aldığı yerlerdir. Göz güzelliklerden, kulak ahenkli seslerden, burun hoş kokulardan, dokunma duyusu yumuşak nesnelerden hoşlanır ve onları sever.

Batınî idrakin yeri ise kalptir. Hadis-i şerifte “Buna dünyanızdan üç şey sevdirildi: Güzel koku, kadınlar ve gözümün nuru olan namaz”[2] burulur. Güzel koku ve kadının sevilmesi duyularla anlaşılır. Namazın zevki ve sevilmesi ise ancak kalple anlaşılabilir.

İnsan kendini, kendisine iyilik yapanı, iyiliksever olan kimseyi, güzeli ve âhengi sever. Buna göre sevilmeye en çok lâyık olan ise Allah’tır. Çünkü kendini ve kendisine iyilik yapanı seven bir insanın; ona varlığını veren, gerek ona gerekse herkese bol bol iyilik yapan Hakk’ı sevmesi gerekir. Ayrıca insan “güzelliği” ve “güzel olanı” sever. Mutlak güzellik Allah’a mahsustur. “Allah güzeldir güzeli / güzelliği sever.”[3] Varlıktaki her güzellik O’nun Cemal isminin birer tecellisidir.[4]

*

Sevgi doğaldır, fıtrîdir ve bütün varlığı kuşatmış durumdadır. Allah’ın Rahman ve Rahîm’dir, O’nun rahmeti her yeri kuşatmış durumdadır. Rahmet, sıradan bir acıma değildir. Aksine, dostça, şefkatle, kendi yakınına, kendi âilesine karşı gösterilen bir rahmettir; bu özelliğiyle rahmetin içinde sevgi de vardır.

Allah’ın bu sonsuz rahmeti ve muhabbetinin tezâhürleriyle ilgili çeşitli hadisler vardır. Bunlardan birisi çok ibretli bir tablo çizer. Şöyle ki:

“Yüce Allah rahmetini yüz parçaya böldü, doksan dokuz parçasını kendi yanında alıkoydu, bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle, bütün yaratıklar birbirlerine şefkat ve merhamet beslerler, vahşî hayvanlar bile yavrularına şefkat gösterirler. Öyle ki, yavrulu hayvan yeni doğmuş yavrusuna isâbet eder endîşesi ile ayağını kaldırır durur. Geri kalan 99 rahmetini ise Allah kıyâmet gününde kullarına yöneltmek üzere yanında tutmaktadır.”[5]

Yeni yavrulamış bir büyük baş hayvanı seyretme fırsatı bulanlar bu şefkat tablosunu görmüşlerdir. Annesinin vücûdundan birkaç dakîka önce ayrılmış küçük buzağı, gözlerini açtığı yeni âleme alışmaya çalışırken titrek bacaklarının üzerinde doğrulmaya gayret eder fakat zorlanır. Doğumun bütün sıkıntısına rağmen anne inek o sırada arka ayakları arasında debelenmekte olan yavrusunun üzerine basmamak için büyük bir dikkat sarfeder, ayaklarını ihtiyatla kaldırır durur. Küllî rahmet ve şefkatin hayvandaki bu tezâhürü gerçekten ibret vericidir.

Hadislerde geçen bir başka rahmet ve sevgi tablosu şöyledir. Hz. Ömer anlatır: “Bir muhârebe sonu Resûlüllah’ın huzûruna bir takım esirler gelmişti. Bunların içinde emzikli çocuğunu kaybetmiş bir kadın vardı, heyecan ve telaşla çocuğunu aramakta idi. Nihâyet esirler arasında yavrusunu buldu, hemen onu bağrına bastı ve emzirmeye başladı. Bu şefkat tablosunu gören Hz. Peygamber bize sordu: Şu kadının kendi çocuğunu ateşe atabileceğini düşünür müsünüz? dedi. Biz de cevap verdik: Hayır, bunu asla yapmaz!.. dedik. Bunun üzerine Resûlüllah: İşte şüphesiz yüce Allah kullarına bu kadının çocuğuna olan şefkatinden daha merhametlidir, buyurdu.”[6]

*

İslâm dîninin ana kaynağı olan Kur’an’da “sevgi” sözüne sıkça rastlanır. Allah’ın iyilik edenleri (Bakara 2/195), tövbe edenleri ve temizlenenleri (Bakara 2/222), müttakîleri (Al-i İmran 3/76), sabırlı olanları (aynı sûre 3/146) sevdiği belirtilir. Mâide sûresinin 54. âyetinde “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” şeklinde bir ifâde yer alır. Yâni sevmek ve sevilmek Allâh’ın vasfıdır. “Sevelim sevilelim” sözünün menşei bu âyet olsa gerektir. Bakara sûresi 165. âyette de “Mü’minlerin Allah’a karşı pek şiddetli bir sevgisi vardır.” denir.

Hadislerde de çeşitli yönleriyle sevgi genişçe yer alır: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş sayılmazsınız”[7]. İmanın sevgi temelli olduğu vurgulanır: “Allâh’ı ve Hz. Peygamber’i her şeyden çok sevmek lâzım geldiği, bir kimseyi sevenin de ancak Allah için sevmesi gerektiği, “îmânın tadı”nın ancak böyle duyulabileceği” [8] belirtilir. Başka bir kudsî hadiste “Çeşitli faydalı hareketlerle kendisine yaklaşmaya devam eden kulu sonunda Allâh’ın seveceği, onu sevince gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olacağı”  ifâde edilir.[9] “Amellerin en üstünü Allah için sevmektir”; “Sevdiğini Allah için sevmek, yerdiğini de Allah için yermek imandandır”[10] . Bir kutsî hadiste, “Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelenlere muhabbetim vâcip olmuştur” buyurulmaktadır.[11]

*

Özellikle tasavvuf düşüncesi sevgiyi yaradılışın sebebi olarak görür. Tasavvuf anlayışına göre, Allah kendi güzelliğini temâşâ için mahlûkatı yaratmıştır. Buna göre hilkatin sebebi Tanrı’nın “zâtî aşkı”dır. Tasavvufî düşüncenin temellerinden birini teşkil eden “Kenz-i Mahfî” hadîsi de bu fikir etrâfında dönüp dolaşır. Tasavvuf literatüründe kudsî hadis olarak kabul edilen bu ifâdeye göre Hz. Peygamber’in diliyle Allah şöyle buyurur: “Ben gizli bir hazîne idim, bilinmeyi sevdim, beni bilsinler ve tanısınlar diye yaratıkları meydâna getirdim.”[12]  Burada âlemin yaratılma sebebi olarak “sevgi”yi görüyoruz. Bu hâliyle “sevgi” cihanşümûl bir prensip olarak karşımıza çıkmaktadır. O, Tanrı’ dan zuhûr etmiş ve bütün kâinatın icâdına sebep olmuştur. Varlıklar içinde sevginin yabancısı olabilecek bir zerre bile yoktur. Fakat her varlığın sevgisi, kendi istîdât ve seviyesine göredir.

Aşksız âdem dünyâda belli bilin ki yoktur

Her biri bir nesneye sevgisi var âşıktır

Çalab’ın dünyâsında yüz bin türlü sevgi var

Kabul et kendüzine gör hangisi lâyıktır

Âlemi ve âlemde var olan her şeyi ilâhî sevginin eseri, tecellîsi ve zuhûru olarak gören tasavvuf mensupları, bu sebeple kâinatta mevcud her şeyi gönülden sevmekte, bu sevgi ile Allah’a ulaşacaklarına inanmaktadırlar.

Gazali sevgiyi kökü yerde, dalları gökte, meyveleri dilde, organlarda ve gönüllerde bulunan bir ağaca benzetir. Bu engin ve şümullü sevgi insanı sevdikleriyle dostluğa, onlara yardımcı olmaya, canıyla, malıyla ve diliyle sevdiklerine zarar vermekten sakınmaya yöneltir.

Meyil, hoşlanmak sevginin başlangıcı sayılır. İbn Arabî sevgiyi muhabbet, vüd, aşk ve hevâ diye derecelendirir.[13] Ayrıca tabii, ruhanî ve ilâhî sevgiden bahseder. Tabii sevgi hem insanlarda hem hayvanlarda görülür; canlıların yavrularını sevmeleri böyledir. Ruhanî sevgi insana özgüdür. Allah’ın kulunu, kulun Allah’ı sevmesi ise ilâhî sevgidir.

Bu gibi taksimat meseleyi çeşitli yönleriyle açıklama gayretine matuftur. Asıl olan sevginin bizzat kendisi ve hâsıl ettiği sonuçtur. Gene İbn Arabî’ye göre sevginin özü ve mahiyeti tarif edilemez, hattâ bu düşünülemez. Sevgiyi sonuçları ve eserleriyle tanımlamak mümkündür.[14] Zaten pratikte önemli olan da budur. Yani sevginin teorik izahları değil, yaşanması, hâl edinilmesi hayat kaidesi haline getirilmesidir.

AŞK

Sevginin ileri derecesine “aşk” denir. Kubbealtı Lugati’nde aşk şöyle tarif edilir: “Bir kimse veya bir şeye karşı duyulan çok kuvvetli sevgi ve bağlılık, aşırı muhabbet.” Tasavvufi anlamı ise şu şekilde verilir: “Hakk’ın zuhûruna sebep olan ilk sıfat [Allah bilinmeyi arzulamış, bu arzu ve aşk kâinâtın yaratılmasına sebep olmuştur. Aşk, Hakk’ın zâtına izâfe edilen ilk sıfatı ve ilk zuhûrudur. Mutasavvıflara göre aşk, Hak yoluna giren kimseyi Allah’a eriştiren en kısa yoldur]”.

Kur’an’da “aşk” kelimesi geçmez. “Mü’minlerin Allah’a karşı pek şiddetli bir sevgisi vardır” ayeti bir bakıma aşkı tarif eder. Çünki aşk ifade ettiğimiz gibi sevginin şiddetli ve ileri derecesidir. Âlemin yaratılma sebebi olan sevgi ve aşk cihanşümûl bir prensip olarak karşımıza çıkmaktadır. “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler”[15] âyetine göre sevginin ilk kaynağı Hak Taala’dır, önce o sevmiştir. Aşk, Hak’tan zuhûr etmiş ve bütün kâinatın icâdına sebep olmuştur. Varlıklar içinde aşkın yabancısı olabilecek bir zerre bile yoktur. Fakat her varlığın aşkı, kendi istîdât ve seviyesine göredir. Hakîkî aşk ise insan rûhunun, Allah’a karşı bir özlemidir.

Tasavvufta biri hakîkî, öteki mecâzî olmak üzere iki nevi sevgi ve aşktan bahsedilir. Hakîkî sevgide ve aşkta konu Allah’tır, mecâzî aşkta ise konu insandır. Bir insanın karşı cinsten bir insana duyduğu sevgiye mecâzî veya beşerî aşk denir. Hakîkî aşka büyük önem veren tasavvuf erbâbı, beşerî aşka da ilgisiz kalmamışlar, çoğu zaman beşerî aşkı ilâhî aşka geçmek için bir köprü olarak görmüşlerdir. [16]

Yürü Leylâ ki ben Mevlâ’yı buldum
Leylâ Leylâ derken Mevlâ’yı buldum

Beşerî ve ilâhî aşkı terennüm eden sözlerde ifâde ve mazmun benzerlikleri vardır. Bu sözlerin sâhibi, hayat görüşü ve yaşayışı iyi tanınmazsa, neden bahsettiği iyi anlaşılamaz. Bir de o sözleri değerlendirenler konuya yabancı ve ehil olmayan kimseler ise, ilâhî aşkla ilgili ifâdeleri tamâmen beşerî ve nefsânî duyguların terennümü olarak mânâlandırma hatâsına düşeceklerdir. Yunus bundan müteessirdir:

Bizim hâlimizden bilen kimdir aşka münkir olan

Bizim sevdiğimiz Hak’tır bu halka göz ü kaş gelir

Yukarıda belirttiğimiz üzere sevginin tanımı yapılamadığına göre, aşkın izahı çok daha zordur. Mevlânâ Celâleddin’in ifâdesiyle: “Aşk öyle bir alevdir ki, bir tutuştu mu, Mâşuk’tan başka her şeyi yakar.”[17] Sinan Paşa ise şöyle der: “Aşk efsâne vü efsûn değildir, aşk san’at-i her dûn değildir. Her aşk dâvâsın eden âşık olmaz ve her mahabbetten dem vuran sâdık olmaz. Aşk bir nurdur he gözde görünmez; aşk bir huzurdur her derûnda bulunmaz. Aşk bir cûştur onun da şeydâları var; aşk bir hurûştur onun da deryâları var. Aşktır yıldızları seyr ettiren, aşktır ay ü günü devr ettiren. Aşktır nebâtâtı bitiren, aşktır çiçekleri getiren.”[18]

*

Sevgi ve aşk konusu nazarî, felsefî bir spekülasyon değildir. Özellikle Allah aşkının pratik hayatta önemli bir karşılığı vardır. Sâdece kitâbî bilgilere dayanan bir îmân anlayışı vecd ve heyecandan mahrum, son derece “kuru” bir mâhiyet arzeder. Böyle bir dindarlık da şuur ve mânevî zevkten yoksun, âdetâ robotlaşmış ve mekanik bir görüntüye sâhip olur. Îman ve dîne ruh ve revnak verecek olan sevgidir, aşktır. Hz. Peygamber “Allah ve Resûlünü her şeyden çok sevmek gerektiğini” böyle olduğu takdirde “îmânın tadının bulunabileceğini”[19] beyan eder. “İmanın tadı” önemli bir kavramdır. Bu tadı hissedemeyenler için iman kuru bir yük olur. Allah’ı aşk derecesinde, şuurlu ve candan sevmeyenin îmânı taş gibi sert ve kurudur:

Cümle âlemin gönlünde vardır O’nun muhabbeti

O’nu candan sevmeyenin bil ki îmânı taş oldu

Aşkın insanı değiştiren, dönüştüren, daha iyi bir kul olmasını sağlayan özelliğini Yunus Emre’nin beyitleriyle açıklayalım[20]:

Kur’an’da da bir kaç yerde “Kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun” denir.[21] Allah aşkı gönülleri yakarak yumuşatır, muma döndürür, rikkat, incelik ve duyarlık kazandırır. Bundan nasipsiz olan gönüller ise kararmıştır, kaya gibi kaskatı, sert ve kış gibi soğuktur:

Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner

Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer

Mânevî olgunluğa erişmek için, nefsi kontrol altında tutmak, onun isteklerine boyun eğmemek gerekir. “Varlığa sevinmemek ve yokluğa yerinmemek” nefis terbiyesinin başta gelen belirtilerindendir. Aynı zamanda İslâm ahlâkının zirve noktalarından biri olan bu yüksek karakterin formülü bir Kur’an âyetine dayanır: “Bu da elinizden çıkana üzülmemeniz ve verdiğimize fazla sevinmemeniz içindir.”[22] İlâhî aşk kişiyi böyle bir olgunluğa ulaştırır:

Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim

Aşkın ile avunurum bana seni gerek seni

Aşk hamları pişirir, olgunlaştırır, iyiyi kötüden ayırd etme yeteneği verir:

Esritti aşka düşürdü ben ham idim aşk pişirdi

Aklımı başa düşürdü hayrı şerden seçer oldum

Aşk Menfaatsiz ve şuurlu bir kulluğa yöneltir:

Hakk’ın gerçek âşıkları istemezler Cennetleri

Cennetten dahî ileri gider makamın tutmağa

İlâhî aşkla yeni bir hayat ve yeni bir dinamizm kazanan kişi, öyle bir ruh terâveti içindedir ki, her an yeni doğmuşcasına çevresine tâzelik aydınlık ve ümit ışıkları saçmaya devam eder. Bu kimseyi herkes sever, ondan bıkılıp usanılmaz:

Biz sevdik âşık olduk sevildik Mâşuk olduk

Her dem yeni doğarız bizden kim usanası

(Bu makale Sabah Ülkesi dergisi 65. Sayıda çıktı, Köln, 2020)

 

 

 

 

 

 

 

 

[1] Başlık rast makamındaki Tahir Karagöz ilâhisinden alınmadır: “Sevgi baht olmuş ezelden bize / Sizde bir türlü, bizde bir türlü / Alaca düşmüş gördüğümüze / Sizde bir türlü bizde bir türlü”

[2] Neseî, ışretünnisa, 1

[3] Müslim, iman, 147

[4] Bkz. Gazali, İhyau Ulûmi’d-Dîn, c. IV, “Kitâbü’l-Mahabbe ve’Şevk”, kahire, 19 68, s. 365 vd.; İhyau Ulûmi’d-Din, A. Serdaroğlu çevirisi, Bedir yayınevi, İstanbul, 1975, c. IV, s. 538 vd. Ayrıca bkz. Süleyman Uludağ-İlhan Kuluer, “Muhabbet” ve “Aşk” maddeleri, Diyanet İslâm Ansiklopedisi.

[5] Müslim, tevbe, 14-21

[6] Müslim, tevbe, 14-21

[7] Müslim, Îmân, 94

[8]  Bk. Buhârî, îmân, 8,9; Müslim, îmân, 66, 69.

[9]  Bk. Buhârî, Rikak, 38.

[10] Buhârî, Îmân, 1

[11] Ahmed b. Hanbel, IV, 386; V, 229, 233

[12]  Bk. Keşfü’l-Hafâ, II, 191. İbn Arabi “Küntü kenzen..” ifadesinin “naklen sabit olmayıp, keşfen sahih bir hadis olduğunu belirtir. Bkz. Fütuhat-ı Mekkiyye, Dâru Sâdır baskısı, Beyrut, tsz. c. II, s. 399; aynı eser, Ekrem Demirli çevirisi, Litera yayıncılık, İstanbul, 2015,c. 8, s.386 . Ayrıca bkz. İsmail Hakkı Bursevi, Kenz-i Mahfî; Ali Vasfi Kurt, Endülüste Hadis ve İbn Arabi,İnsan yayınları, İstanbul, 1998, s. 600. Tasavvuf inanışında “keşf”in bilgi kaynağı olduğuna dair bkz. İbn Arabî, “Kitâbü’i Fenâ ve’l-Müşâhede, Resâilü İbn-i Arabi içinde”, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut, 2001, s. 19; İbni Arabi, Mişkâtü’l-Envâr, çev. Mehmet Demirci (Nûrlar Hazînesi) içinde Muhammed Valsan’ın “Giriş” yazısı, İz yayıncılık, 7. Baskı, İstanbul, 2009, s. 50

[13] İbn Arabi, Fütûhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, İstanbul, 1015, c. 8, s. 173

[14] Age, s. 179

[15] Mâide, 5/54

[16]  Bk. Süleyman Uludağ, “Tasavvufî Ulûhiyet Telâkkisi”, Hareket Dergisi, Mart 1981, s.7

[17] Mevlana, Mesnevi, çev. Veled İzbudak, c. V, beyit: 589

[18] Sinan Paşa, Tazarru’nâme, hazırlayan: Mertol Tulum, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1971, “İşâret-i evsâf-ı ışk”, s. 187 vd.

[19]  Bk.Müslim, İman 69; Buharî, İman,9.

[20] Bu konuda geniş bilgi için bkz. Mehmet Demirci, Yunus’ta Hak ve Halk Sevgisi, H yayınları, İstanbul, 202

[21] Zümer, 39/22; Hacc 22/53

[22] Hadid 57/23

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*