Bağdat’ta artık Sünni mekanlarındayız. Yanlış anlaşılmasın, Şiilerce kutsal sayılan şimdiye kadar ziyaret ettiğimiz mübarek mekanlar, biz Sünniler için de mukaddestir, mübarektir, ziyarete, dualar edilmeye, Fatihalar göndermeye fazlasıyla layıktır. Ne var ki Bağdat’ta görülen Şii hassasiyeti beni böyle bir cümle ile başlamaya zorladı. Şurası da bir gerçek, biz bütün mukaddes yerlere Şiilerden daha hürmetkarız. Tarihe baktığımızda hiçbir kutsal yeri tahrip etmediğimiz açıkça görülür.
150 hicri (767) yılında Bağdat’ta vefat eden İmam-ı Azam Ebu Hanife, “Azam” sıfatına izafetle bugün Azamiye olarak anılan semte defnedilmiş ve kabri üzerine kerpiçten bir mezar yapılmıştı. Kendisi devrinin en büyük din bilginlerinden olup Hanefi mezhebinin kurucusudur. Selçuklu Veziri Şerefülmülk 1067’de mezarın üzerine bir türbe, yanına da bir medrese inşa ettirdi.
ONLAR YIKTI BİZ YAPTIK
Şah İsmail’in Bağdat’ı istila etmesinden sonra harap olan İmam-ı Azam Türbesi ile medrese Kanuni Sultan Süleyman tarafından cami, imaret, ribat ve hamam ilavesiyle 1534’te 50.000 metrekarelik bir alanda yeniden yapıldı. Şah Abbas’ın Bağdat’ı işgali sırasında ikinci defa zarar gören İmam-ı Azam Türbesi, Sultan IV. Murad’ın 1639’da Bağdat seferi sırasında yeniden elden geçirildi. Külliyenin dökülen çinileriyle minarenin altın kaplamalı külahı 1802’de Süleyman Paşa eliyle onarıldı. Cami 1816’da Davud Paşa, türbe 1839’da Sultan Abdülmecid tarafından tamir ettirildi. Külliyenin tamamını ise 1871’de Pertevniyal Valide Sultan ve 1903-1910 yıllarında da Sultan II. Abdülhamid yeniden yaptırdılar. Son defa burayı TİKA restore etti.
Zengin vakıfları sebebiyle düzenli kadrolara sahip olan Azamiye Külliyesi’ne ayrıca çok sayıda kandil, şamdan ve halı gibi kıymetli eşyalar da hediye edildi. Caminin kıble duvarına bitişik olan İmam-ı Azam Türbesi, külliyenin IV. Murad zamanında yapılan tamirle günümüze ulaşabilen tek elemanıdır. Selçuklu ve Osmanlı döneminde büyük bir dikkatle korunan İmam-ı Azam Külliyesi, mimari asaletini kaybetmiş olmasına rağmen, bugün de binlerce cemaati ve ziyaretçisiyle eski ihtişamını devam ettiren manevi bir merkez durumundadır.
ŞAHSİYETİ
Ebu Hanife ticaretle uğraşan varlıklı bir ailenin çocuğudur. Kendisi kumaş tüccarlığı yapmıştır. Hayatı maddi sıkıntıdan uzak olarak geçmiştir. Ebu Hanife Ehl-i beyt’e karşı kalben yakınlık ve bağlılık duyardı. Bu sebeple Emeviler’i açıkça tenkit etmekten çekinmedi. Kendisine Abbasilerce Kufe kadılığı teklif edilmiş, her türlü baskıya rağmen kabul etmeyince de hapsedilmiş ve dövülmüştür.
Kazancına haram ve şüpheli gelir karıştırmamaya özen gösterirdi. Bir defasında ortağının defolu bir kumaşı yanlışlıkla normal fiyata satması üzerine o parti maldan alınan bütün parayı dağıttı.
Dış görünüşe önem verir, temiz giyinir ve çevresindekileri de temiz giyinmeye teşvik ederdi. Onun zühd ve takva sahibi olması ve tarikat silsilelerinde önemli bir yeri olan Ca’fer es-Sadık’la ilmi görüşmelerde bulunması, Ebu Hanife’nin hayatının son iki yılında tasavvufa yöneldiği ve bu dönemi kastederek, “İki yıl olmasaydı Nu’man helak olmuştu” dediği nakledilir.