KANSERDE MANEVİ DESTEK

KANSERDE MANEVİ DESTEK

Prof. Dr. Mehmet Demirci

Bu sempozyumda benden istenen konunun başlığı şöyle: “Kanserde manevi destek.” Kubbealtı Lugati’nde “manevi” kelimesi şöyle açıklanır: “Gözle görülüp elle tutulamayan, madde ve cisimle ilgisi bulunmayan, içe, öze, rûha âit. Karşıtı: Maddî.”[1]

Materyalizmle poitivizm arasında dirsek teması vardır. Tıp pozitif bilimlerden biridir. Pozitif bilim kısaca, deney sonuçlarına dayanan bilim, müspet ilim demektir.

Bu noktada hatıra şu gelecektir: “Gözle görülüp elle tutulamayan, madde ve cisimle ilgisi bulunmayan” manevî kelimesinden hareketle; “Kanserde manevi destek” konusuna nasıl bir yer bulacağız?

**

Manevî perspektiften bakılınca insan denen üstün varlık bedenle ruh, madde ile mânâ bileşimiden ibaret bir bütündür. İnsanı diğer canlılardan ayıran ve üstün kılan tarafı, başta rûhu ve manevî varlığıdır. Beden yok olucu, ruh ise kalıcıdır,

Kabaca, insanın maddî ve manevî olmak üzere iki yönü vardır. Maddî yönümüz bedenimiz, etimiz kemiğimiz, gözle görünüp elle tutulan yanımızdır.[2]

Kur’an’da insanın yaratılışından söz ederken; Allah’ın insana kendi rûhundan üflediği ifade edilir.[3] Buradan insanın üstünlüğü, ilahi bir öz taşıdığı anlaşılır.

İnsan rûhu denilince canlılık, bilinç, akıl, idrak, irade gibi niteliklere sahip bir özden söz edilmiş olur.

**

Materyalist düşünceye göre ise insana ait ruhî durumlar, beyindeki maddî süreçlerin bir sonucudur. Beyinle düşünce ilişkisi, sindirim sisteminin çalışmasına veya karaciğerin safra salgılamasına benzer.

Bir başka ifadeyle düşünme gibi zihinsel etkinlikler, zihin ve ruh gibi fizik ötesi sayılan şeyler organizmanın fonksiyonlarından başka bir şey değildir. Bu yaklaşımın mantıkî sonucu olarak Tanrı, yaratılış, din ve hür irade gibi kavramlar kökten reddedilmektedir. 

Bu anlayışın kabaca ifade edilecek sonuçlarından biri şudur: “Modern insan uzun süre rasyonalite ve mekanikliğe vurgu yapan bir eğitim tornasından geçirildi. Bu bir içsel boşluğa yol açtı. Böylece modern insan kendi başına kalmaktan ve yalnızlıktan korkar hale geldiğinden içindeki boşluğu dolduracak müsekkinlere yöneldi. Tüketim kültürü, sözde manevi rehberler, yaşam koçları, meditasyon grupları, gurular, işkolik hayat tarzı, insanın bu iç boşluğunu gidermek için devreye sokulan çarelerdir.[4]

**

Modern felsefenin kurucusu sayılan Descartes ruhun gayr-i cismanî bir cevher olduğu görüşündedir. İnsanın “ben”i, yani “ben”i kendisi kılan ruhu bedenden tamamen ayrıdır ve beden olmasaydı bile ruh var olmayı sürdürecekti. [5]

Ruhun varlığına ilişkin aklî deliller kısaca şöyledir: Çocukluktan ölüme kadar insanın bedeni sürekli değişime uğrarken benlik şuurunun hiçbir değişikliğe uğramadan varlığını sürdürmesi insanın bedensel varlığından farklı bir unsurunun bulunduğunu gösterir

Varlıkları algılama, bilgi üretme ve Allah’a inanıp itaat etme kabiliyetinin sadece insanda bulunması da onun diğer canlılardan farklı bir unsura sahip olduğunu gösterir. Nitekim riyâzet yoluyla bedenlerini zayıflatan bazı insanlarda ruhî güçler gelişebilmekte ve daha ileri düzeyde bir kalbî derinleşme ve zihnî yoğunlaşma imkânı ortaya çıkmaktadır.

 Ruh soyuttur, madde türünden bir nesne değildir, başlı başına vardır, zaman ve mekânla sınırlı değildir, duyularla algılanamaz.[6]

*

Hastalıklar tek taraflı değildir. “Psikosomatik” diye bir kavram var. Stresin birçok hastalığın oluşmasında ve seyrinde ne kadar etkili olduğu bilinmektedir. Yani bir şekilde madde dışına zorunlu olarak adım atılmaktadır. O halde meselenin kökenine inmek gerekmez mi?

Dinler manevi olana inanır. İlahi nefes olan ruh insanla Tanrı arasındaki iletişimin zeminidir.

Müslümanlığa göre Allah’ın gücü sonsuzdur. Yaratmak sevmek demektir. O, insanı sever ve hep iyi olmasını ister. Hz. Peygamber’in ifadesine göre “her hastalığın bir ilacı”, bir tedavi yolu vardır.

İnançlı kimse Tanrı’yı hep yanında hisseder. O bize şah damarımızdan daha yakındır.[7] O’nunla dost olmak kişiyi manen güçlü kılar. O, “isteyin vereyim”[8] demektedir.

DUA

Bütün dinlerde dua vardır. Dua, Allah’a gönlünü açmaktır. O’nunla iletişim kurmaktır.

Dua zihnin maddî olmayan âleme doğru çekilmesi, bazen her şeyin değişmez ve üstün prensibinin huşû içinde temaşasıdır. Ruhun Allah’a doğru yükselişi, hayat denilen mûcizeyi yaratan varlığa karşı aşk ve tapınma ifadesidir. Her şeyi yaratan, en üstün kemal, kudret, kuvvet ve güzellik kaynağı, herkesin kurtarıcısı ve hâmisi olan görülmez bir varlıkla ilişkiye geçmek için yapılan bir gayrettir.

Elinden gelen her şeyi yapan ve çaresiz kalan kişinin Allah’a olan samimi yönelişi bazan ona mûcizevî bir şifa, kurtuluş ve aydınlık sağlar. Nitekim çaresiz kalmış bazı hastalarda duanın şifa verici tesirine şahit olunduğu bilinmektedir.

Ayrıca duadan maksat, Allah’ın bilmediği bir şeyi O’na hatırlatmak değil kişinin kulluğunu göstermesi, aczini ve ihtiyacını Allah’a arz etmesidir; bundan dolayıdır ki dua büyük bir kulluk makamıdır.

Olaylar önceden sebep-sonuç ilişkisiyle birbirine bağlanmıştır. Sebeplerin sonuçları doğurması zaman içinde meydana gelir. İyilik veya kötülüğü takdir eden, bunlar için bir sebep de belirlemiştir. Dua kötülüğün giderilmesi veya iyiliğin sağlanması için bir sebeptir. Duanın bir faydası da kalpte Allah inancının kökleşmesini sağlamasıdır ki bu da ibadetin hedefidir.[9]

Determinist anlayışın bir ölçüde dinde de yeri vardır. Buna göre tabiat olayları, Allah’ın iradesi veya ezelde belirlediği kadere uygun olarak meydana gelir, buna sünnetullah denir. Acaba dua ile bu durum değişir mi?

Çözüm şudur: Kadere veya sünnetullaha dayanarak duayı reddetmek doğru değildir. Belki de dua da takdirin bir parçasıdır. Ezelde duaya bağlı olarak takdir edilmiş şeyler yine dua ile hâsıl olacaktır. Kaderin olaylara göre önceliği varsa Allah’ın da kazâ ve kadere önceliği vardır, esasen ölçüyü koyan odur. Şairane bir dille Arif Nihad Asya şöyle der:

Yerden göğe yükselen nidalar bilirim;

Kısmet dağıtan kutlu semalar bilirim

Takdîre açılmış mütevekkil kapılar

Takdîri değiştiren duâlar bilirim

**

Kanser bazı hücrelerin kontrolsüz çoğalması ve yayılmasıyla kendini gösteren ölümcül bir hastalıktır. Tıp bilimi kanser araştırmaları ve tedavisi için hızla çalışmaktadır. Konumuz kanserde manevi destek, bir başka deyişle bu noktada maneviyatın etkisi olup olmadığıdır. İnsan madde ve mana, beden ve ruhtan oluşan bir canlıdır. Beden (soma), somuttur, onu daha kolay tanıyabiliriz.

Acaba bunlardan hangisi güçlüdür? Görünüşte vücut, soma daha güçlü sayılır. Ama aksi yönde birçok örnek vardır. Bir yangın veya felaket anında, bazı kimseler olağan üstü bir kuvvete sahip olur, mesela bir demir kasayı, kıymetli bir büfeyi sırtlayıp dışarı çıkarırlar. Oysa normal zamanda onları yerinden bile kıpırdatamazlar. Bu başarılarına kendileri bile şaşarlar.

Olağan üstü manevi imkânlara sahip olmak belli bir eğitimle de sağlanabilir. Tibet’te veya Budist mabetlerinde bunun uygulamaları vardır. Uzun eğitim süreçleri sonucu iradenin organizmaya hâkim olması imkân dâhilindedir.

Bizde de buna benzer uygulamalar vardır. Tasavvuf kurumlarında, insan nefsiyle mücadele ederek onu kontrol altına alması, mânen arınması, olgunlaşması, Tanrı’ya yaklaşması söz konusudur. Tabii ki tasavvufta asıl amaç, olağan dışı güçlere sahip olmak değil, olgun insan (insan-ı kâmil) haline gelmektir.

Bu uygulama daha özel bir durumdur. İnsanların geneli için de şunu söylemek mümkündür. Gerçekten Allah’a inanan, O’nunla iletişim halinde olan, O’nu yanında ve içinde hisseden kimse manen daha güçlü olur. Sıkıntıdan, bunalımdan uzak durur. Moralini yüksek tutar. Acı ve ağrılardan şikâyet etmez. Bu üstün moral onu hastalığa karşı dirençli kılar.

Bir adım daha atarsak; kötü seyreden bir kanser vak’ası sırasında, hasta gönlünü bütün içtenliği ile Hakk’a açarak iyileşme talebinde bulunabilir. Onun inandığı Allah’ın gücü her şeye yeter. O, “Şafî” isminin sahibidir, dilerse olmazları oldurur ve şifa verir.

Vermeyebilir de. Bu durumda söz konusu hastamız Tanrı’ya küsecek değildir. İnancı sağlam olduğu için acıları sabırla karşılar, çevresini üzmez, lütfun da hoş kahrın da hoş diyerek mutlu bir şekilde ölür. Çünkü ona göre ölüm bir son değildir, yeni bir hayata başlangıçtır. Hatta hastamız Mevlana kadar ruh zenginliğine sahipse ölüm onun için “şeb-i arus” yani düğün gecesidir, sevdiğine kavuşmadır.

Kendisi ve çevresiyle barışık olan, inançlı ve yüksek maneviyat sahibi kişilerde; başka hastalıklarda olduğu gibi, kanser tedavisinde de daha başarılı sonuçlar alındığı bir gerçektir. Böylelerinin kanseri yendiklerine dair örnekler az değildir. Manevi donanıma sahip olmak bu konuda bir avantajdır.

**

1912 Tıp Nobel ödülü sahibi Fransız hekim, yazar ve düşünürü Alexis Carrel’in (1873-1944) ilk doktora konusu boğaz kanseridir. Carrel Fransa’da, dua ve telkin yoluyla tedavi yapılan Lourdes sağlık merkezinde, başka hastalıklar yanında, kanserin de sür’atle iyileştiğini anlatır:

Bu hadiselerin meydana gelmesi için, hastanın bizzat dua etmesine de lüzum yoktur. Henüz konuşmasını bilmeyen küçük çocuklar ve Allah’a inanmayanlar bile Lourdes’da iyi olmuşlardır. Ancak, onların yanında biri dua etmektedir. Başkası için yapılan dua, bizzat yapılan duadan daima çok daha verimlidir.[10] 

Yazar şöyle devam eder: “Kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da duanın elle dokunulabilir, gözle görüle­bilir etkiler meydana getirdiğidir. Ne kadar garip gö­rünürse görünsün, bir hakikat olarak kabule mecbu­ruz ki, her kim bir kapı çalsa, kapı ona açılır ve eğer isterse içeri alınır.”[11]

**

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. İnancı ve manevî yönü güçlü olan kimselerin kanseri yenmeleri, hiç olmazsa daha az şikâyetle ve kabullenerek ona katlanmaları mümkündür.

Böyle bir manevi potansiyele sahip olduğu halde, o ana kadar bu özelliği örtülü kalan kimseler de az değildir. Böylelerine, hastalık sırasında uygun üslupla yapılacak telkinler, o potansiyelin aktif hale gelmesini sağlayabilir. Böylece kanseri yenmesi mümkün olur.

Ağır ve ölümcül hastalıklardan kurtulan bu tür insanlar, sonraki hayatlarında daha mutlu, daha optimist kimseler olarak, benzeri kimselere bu yolda örneklik ederler.

 NOT: “İzmir Onkoloji Günleri, VI. Nadir Tümörler Sempozyumu”nda sunulan bildiri metni. 22-24 Şubat 2019, Hilton/İzmir.


[1] İlhan Ayverdi, Misalli Türkçe Sözlük (Kubbealtı Lugati), Kubbealtı neşriyatı, İstanbul.

[2] Bkz. Mehmet Demirci, Sorularla Tasavvuf ve Tarikatlar, Mihrabad yayını, 3. Baskı, İstanbul, 2017

[3] Secde suresi, 32/9, Hicr suresi, 15/29

[4] Bkz. Kemal Sayar, Kalbin Direnişi, Karakalem yayını, İstanbul, s. 59

[5] Bkz. İlhan Kutluer, “Ruh”, DİA, İstanbul, 2008, c. 35,  s. 195

[6] Yunus Şevki Yavuz, “Ruh”, DİA, İstanbul, 2008, c. 35, s. 189

[7] Kaf suresi, 50/16

[8] Gafir suresi, 40/60

[9] Bkz. Selahattin Parladır, “Dua”, DİA; İstanbul, 1994, c. 9, s. 533

[10] Alexis Carrel, Dua, çev, M. Alper Yücetürk, Yağmur yayınevi, İstanbul, 2018, s. 52

[11] Age, s. 53

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*