Akıl-gönül dengesi

Evvelce bu köşede Prof. Celal Kırca’nın anılarından söz etmiştim. Kendisi 2002 yılında yapmış olduğu Hac ziyaretiyle ilgili 2 hatırasını anlatır:

Bir defasında Kabe civarında sokakta yürüyordum. Telefon kulübelerinin bulunduğu yerden geçiyordum. Şivesinden Karadenizli olduğu anlaşılan bir bayan yüksek sesle konuşuyordu. Konuşmasında “Peygamberumuzu ziyaret ettuk. Şimdi de Allahumuzu ziyarete gelduk” diyordu. Günümüz insanının Peygamber ve Allah tasavvuru, bundan daha güzel ifade eden bir söz var mı bilmiyorum. Başkalarını bilmem ama benim için ilginç bir ifade idi. Buna bir de Mekke’den ayrılırken “Allah ısmarladık Allah’ım!” diyen bir hacının sözünü ilave etmek gerekir.

İkinci olay şu: O sene hacda Prof. Dr. Muzaffer Andaç da vardı. Kendisiyle dostluğumuz var, jeologdu, Almanya’da görev yapıyordu. Hac sırasında yaşadığı bir olayı şöyle anlatmıştı:

İMKANSIZ DEĞİLDİR
“Safa tepesine geldiğimde ilk iş olarak buradaki taşı incelemek istedim. Yaşını tespit etmek amacıyla elimi taşın üzerinde biraz gezdirdim. Tahmini yaşını tespit etmeye çalıştım. Başımı kaldırıp da geriye baktığımda arkamda onlarca kişinin sıraya girdiğini ve benim taşı ellediğim gibi ellemeye başladıklarını gördüm.”

Bu duruma kendisi hayret ettiği gibi ben de, benim yanımda olanlar da hayret ettik. Bu tavrı kendince yorumlamaya çalıştı. Benim bu davranıştan anladığım şey ise sorgulanmayan bir hareketin nasıl ritüele dönüşebildiğidir. Bu nedenle sadece bilgi, görgü yetmiyor; bu bilginin ve görgünün sorgulanması da gerekiyor.

Celal Hoca’nın sözünü ettiği “sorgulama” elbette iyidir, olması gerekir. Ama insanların bir de duygu yönü vardır. Sorgulama aklın işidir, akıl köşelidir. İnsandaki gönül ise sınır tanımayabilir, onun dolaşım alanı daha geniştir, bazen akılla çelişebilir. En güzeli akılla gönül arasında bir denge kurabilmektir. Zor da olsa bu imkansız değildir. Akıl da bizim, gönül de. Birbirlerinin alanına müdahale etmeden ve biri ötekini yok saymadan bir telif yolu bulunabilir. Meşhur bir Mesnevi hikayesi:

ÇOBAN VE HZ. MUSA
Hz. Musa bir gün giderken bir çobana rastladı. Çoban şu şekilde kendi kendine konuşuyordu:

-Ey kerem sahibi olan Tanrım, neredesin ki sana kul kurban olayım. Çarığını dikeyim, saçını tarayayım. Elbiseni yıkayayım. Yüce Rabbim sana taze süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun, deyip duruyordu. Hz. Musa sordu:

-Kiminle konuşuyorsun?

Çoban: “Yeri göğü yaratan Allah’ımla konuşuyorum” dedi. Musa çobanı azarladı:

-Yaptıkların yanlıştır! Allah haşa insan mıdır ki! O’na bu şekilde hitap etmek doğru değildir!

Çobanın dünyası yıkıldı. Ne yapacağını bilemeden başını alıp gitti, çöllere doğru koşmaya başladı. Biraz sonra Hz. Musa’ya Cenab-ı Hak’tan şöyle bir hitap geldi:

-Ey Musa senin görevin insanları benden uzaklaştırmak mı yoksa bana yaklaştırmak mı? Neden o saf kulumuzu bizden ayırdın? Biz söze, dile bakmayız; gönüle ve hale bakarız!” diyordu.

Hz. Musa çölün yolunu tutarak çobanı buldu ve müjdeyi verdi. Dilediği gibi Rabbine seslenebileceğini bildirdi. (Bk. Mesnevi, C. II, beyit: 1720 vd)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.