Beşir Ayvazoğlu velût yazarlarımızdan biridir. Şimdiye kadar kültür, edebiyat, mûsikî, biyografi alanlarında pek çok kitabı çıktı. Sağlam ve rahat okunan bir üslûbu var.
Son kitabı bir roman: Ateş Denizi, 512 sayfa (Kapı yayınları). Kapaktaki ifâdesiyle bir “ses ve ateş romanı”. Ses’le kasdedilen Türk mûsikîsinin zenginlikleri, Tanbûrî Cemil’in şahsında mûsikî sanatımızın engin deryâsından esintiler ve 1930’lu yıllarda mûsikîmizin yediği darbeler olmalıdır. Ateş’ten murat ise Şeyh Gālib ve Hüsn ü Aşk zemininde, acıklı İstanbul yangınları ve ateşin metafiziğidir.
Beşir Ayvazoğlu daha önce Yahyâ Kemal, Peyami Safa, Ahmet Hâşim biyografilerini yazdı. Onun için Cumhûriyetin ilk yıllarındaki fikir hareketlerini, savrulma ve travmaları iyi bilen biridir. O döneme ait köklü bir kütüphâne araştırması yaptığı; devrin yazılı malzemelerini, dergi ve gazetelerini tarayıp fişlediği anlaşılıyor.
İşte bütün bu malzemeyi hal hamur edip hârika bir roman yazmış. O kadar gerçekçi bir üslûp ortaya koymuş ki, bâzen olayların kurgu olduğunu unutuyorsunuz. Hepsi yakın târihimizin yaşanmış gerçekleri, ama kitap târih ve fikir eseri soğukluğunda değil, son derece sürükleyici ve akıcı. Târihle ve gerçeklerle bağı koruyan özelliği ise, kitabın sonundaki notlar, açıklamalar ve ilgi çekici eklerdir.
Ateş Denizi’nde zaman dilimi Cumhûriyetin ilk yıllarıdır. Mehmet Öztunç’un da belirttiği gibi: “Tanbûrî Cemil Bey vefat edeli henüz on-on beş yıl geçmiş olmasına rağmen İstanbul’da billurlaşmış kültür mirası da manevi bir yangın tarafından kuşatılmıştır. Batılılaşma maceramız bu dönemde kültürel bir drama dönüşmüştür. Ayvazoğlu döneme ilişkin çok sağlam bir envanter çıkarmış. Bu sadece kişiler ve nesnelerle sınırlı bir kayıt değil, dönemin genel havasının, kişilik savrulmalarının da kaydıdır.”
Necip Tosun kitabı şöyle özetler: “Harf inkılâbı, alaturka müziğin yasaklanması, üniversiteden atılmalar, fetihten beri câmi olarak hizmet gören Ayasofya’nın kapatılıp müze yapılması, sürgünler, tüm târih anlayışının yeniden yazılması gibi değişimler kuşkusuz yeni bir ulus inşâsından başka bir şey değildir. İşte roman, dönemin anlayışını, özellikle müzik alanında yaşananlar üzerinden îzah eder. Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi’nde eşsiz bir müzik târihi koyar ortaya. Ferahfezâların, Sûzidilârâların, Şedarabânların peşinden giderek, müziğin, dönemin insanlarının hayâtındaki yerini irdelerken, bir medeniyet ve kültür değişimini de müzik aracılığıyla gün yüzüne çıkarır.”
ROMANDA MEVLEVÎLER
Bu yazıda Ateş Denizi’ndeki Mevlevîler üzerinde durulacaktır. Ayvazoğlu kültürümüzün çeşitli alanlarıyla estetikle, mûsikî ile, sanat ve tasavvuf konularıyla yakından ilgilidir. Onun Mevlevîlik ve Mevlevîlere karşı özel alakası var denebilir. Nitekim evvelce Neyin Sırrı Hâlâ Hasret / Bir meşk silsilesi: Aziz Dede, Emin Dede, Halil Dikmen, Niyazi Sayın” kitabını yayımladı (Kubbealtı neşriyatı), Şeyh Gālib kitabını hazırladı (İstanbul Belediyesi),Kuğunun Son Şarkısı’nda Şeyh Gālib’i anlattı (Kapı yayını).
Romanda yer alan Mevlevîlerden birkaçı:
Ayvazoğlu bir vesîleyle Ateşbâz-ı Velî menkıbesine yer verir: Hani aşçısı bir gün odun kalmadığını söyleyince Hazret-i Mevlânâ, belki de şaka niyetiyle, “Kazanın altına ayaklarını sok!” demiş. Emre uyan aşçının ayak başparmaklarından çıkan alevlerle kazan kaynamaya başlamış. Kerâmet gösterilmesinden pek de hazzetmeyen Mevlânâ, “Hay ateşbaz, hay!” demiş ve aşçısına böyle gösterişleri yasaklamış. Asıl ismi Yusuf Şemseddin olan aşçı o günden sonra “Âteşbâz-ı Velî” diye anılır olmuş. Hem Mevlânâ’nın aşçısı hem de kerâmet ehli bir veli olması dolayısıyla Mevlevîlerin büvük saygı duyduğu Ateşbâz’ın ismi yemek gülbanklerinde geçtiği gibi, Ateşbaz diye isimlendirilen matbahtaki ocağın üstüne mutlaka “Ya Hazret-i Âteşbâz-ı Velî” yazılı bir levha asılırmış. Böyle bir levhayı yıllar önce Yenikapı Mevlevîhanesi’nde görmüştüm, şimdi yerinde duruyor mu, bilmiyorum (s. 187).
Romanın baş kahramanı Tanbûrî Cemil Bey’in Mevlevîlik’le ilgisi şöyle anlatılır: “Mevlevî dergâhları Cemil Bey’in birazcık huzur bulabildiğimekânlarmış; fırsat buldukça kendinden kaçmak için Yenikapı, Bahâriye yahut Galata Mevlevîhanesi’ne giderek Mukābele dinler, şeyh efendilerle sohbet edermiş. Bir gün iki arkadaşıyla birlikte kalkıp Bahâriye Mevlevîhanesi’ne gitmiş, Neyzen Aziz Dede’nin de katıldığı son derece parlak bir Rast Faslı dinlemiş. Gelmiş geçmiş en büyük neyzenlerden biri olan Aziz Dede, bir ara, ancak ‘ilahî’ sıfatıyla târif edilebilecek bir taksîme başlayınca kendinden geçen Cemil Bey, taksim bittikten sonra kalkıp bu şişman ve sevimli neyzenin elini hürmetle öpmüş (s. 137).
ABDÜLBÂKİ DEDE
Abdülbâkî (Baykara) Dede (1883-1935) Yenikapı Mevlevîhanesinin son şeyhidir. Çok iyi yetişmiş bir Mevlevîdir. Edebiyat ve mûsikîde ileri, zarif, nüktedan, hoşsohbet, tam bir İstanbul efendisidir. Tekkelerin kapanmasıyla birlikte zor duruma düşenlerdendir. Üniversite ve lise hocalığı, kütüphanecilik gibi görevler verilmişse de asla eski neşesini bulamamış ve belki de kahrından genç sayılacak bir yaşta vefat etmiştir. Ateş Denizi’nde Abdülbâkî Dede’ye çokça yer verilir. Bazı alıntılar yapalım:
Fakültesi’nde de fırsat buldukça yanına gidip neşesi yerindeyse nefis nüktelerini birbiri ardınca sıraladığı tatlı sohbetlerini dinlediğim Abdülbâkî Dede’nin simsiyah bir sakalla çevrilmiş -destarlı sikkesi altında daha da güzel görünen- sevimli yüzü, kendisini ilk gördüğüm mütebessim haliyle hâlâ gözlerimin önündedir. Tekkeler kapatılıp vakıflarına el konulduktan sonrasudan çıkmış balığa dönen ve ailesini geçindirebilmek için o yaşta çalmadık kapı bırakmayan bu zarif Mevlevî, Halk Fırkası’nda bile çalışmak zorunda kalmıştı. Bir sohbetimiz sırasında gözleri yaşararak okuduğu bir gazelinde -tarz-ı kadîmde çok iyi bir şâirdi- bir zamanlar Mevlevîlik bahçesinde gülen bir gül iken şimdi ağyârın ayakları altında çiğnendiğini söylüyordu. Kendimi tutmasam oracıkta ağlayacaktım. Sakalını kesmiş, devrin modasına uygun bir bıyık bırakmıştı. Kravat takıyor, sokağa çıkarken başına eprimiş melon şapkasını geçiriyordu. Onu şahsen tanımayan biri, düne kadar Yenikapı Mevlevîhanesi’nin çok îtibarlı postnişini olduğunu asla tahmin edemezdi. Girdiği hiçbir işte duramamıştı; Kütüphâneler Tasnif Komisyonu âzâlığı, Türk Ocağı müdürlüğü, Halk Fırkası duhûliye memurluğu… Sonunda bazı dostlarının ricâsıyla Dârülfünûn’a Fârisî hocası olarak tâyin edilince rahat bir nefes almış, kendini işine adayıp aşkla şevkle çalışmaya başlamıştı ki, Üniversite Reformu’ndan sonra açıkta kalıverdi. Cumhûriyet, üniversite talebelerine Farsça öğretecek hoca seçerken bu dili anadili gibi bilen bir Mevlevî’yi değil, bir müsteşriki, Helmuth Ritter’i tercih etmişti (s. 201).
Abdülbâkî Dede anlatır: Geçenlerde bir zat tekkeler aleyhinde atıp tutuyordu. Dedim ki: ‘Beyefendi, sizin Darülfünun’unuz bir Itrî, bir İsmail Dede Efendi, bir Şeyh Gālib, bir Rauf Yekta yetiştirebildi mi?’ Sustu kaldı adam. Yazıkki rüzgâr çok sert esti ve bu gülzârı târumar etti. Artık ne nây, ne kudüm, ne rebab sesi, ne de bûy-i Hûda var! Bu vefâ cenneti artık bir baykuş yuvası. Şimdiden sonra ayrılık derdindeyim ve bu dünya fakîre bir belâ evinden başka bir şey değil. Artık hayırlısıyle çekip gitsem diyorum.”
Abdülbâkî Dede Efendi ellili yaşlarındaydı; fakat tekkesi kapatıldıktan sonra yaşadığı büyük üzüntü, geçim sıkıntısı ve izzetinefsine dokunan muâmeleler yüzünden hızla çökmüştü; olduğundan çok daha yaşlı görünüyor ve gözlerinden bezginlik taşıyordu (s. 204)
Beşir Ayvazoğlu ilâve eder: Dört yüz yıllık bir irfan ocağını söndüren devlet, bu ocakta pişirilip nesilden nesle devredilen zengin kültürün, ince estetiğin ve terbiyenin zarâfet âbidesi son büyük temsilcisini de açlığa mahkûm etmişti. Kimse hakkında kötülük düşünmeyen, ağzından kötü söz çıktığı işitilmemiş Abdülbâkî Dede, her şeye sabretmiş, fakat Üniversite Reformu’ndan sonra işine son verilmesine sebep olan Reşid Gālib için kendini tutamayıp bir hicviye yazmıştı. Bir de tekkesi kapandıktan sonra sakalını kesip şapka giymek zorunda kalınca yaşadığı ruh halini ironik bir dille anlattığı “oldum” redifli bir gazeli vardı. (…) Beyitlerden birinde semâı terk ettiğini, fakat dans etmeyi de öğrenemediğini, hâsılı Selânik dönmesinden beter bir Müslüman hâline geldiğini söylüyordu (s. 205)
DEDENİN VEFATI
Geçen perşembe günü öğleden sonra Süleymâniye Kütüphânesi’ne giden Abdülbâkî Dede, yakın dostlarından olan müdür Zâhir Efendi’nin odasında otururken birden fenâlaşıp bayılmış. Ayıldıktan sonra istediği kahveden birkaç yudum içmiş, fakat kendini iyi hissetmediği için bir arabayla evegönderilmesini ricâ etmiş. Hemen bir otomobil çağırıp kütüphâne memurlarından birini yanına katarak uğurlamışlar. Aksaray Caddesi’ne geldikleri sırada tekrar bayılınca o civardaki Pertev Eczanesi’ne yetiştirmek istemişlerse de, kapıda rûhunu teslim edip irtihâl-ı dâr-ı beka eylemiş. Naaşı Yenikapı Mevlevîhanesi’ne götürülmüş, dokuz yıldır boş duran odasına yatırılmış ve isteyenlerin gelip ziyâret etmeleri için Cuma günü orada tutulmuş. Ve son postnişin, önceki gün öğle vakti Merkezefendi Câmii’nde kalabalık bir cemaatle kılınan cenâze namazından sonra, Mevlevîhâne bitişiğindeki Muhibler Kabristanı’nda ilk postnişin Kemal Ahmed Dede’nin yanına, İsm-i Celâl Tevhîdi okunarak sırlanmış. Ahmed Remzi Dede Efendi tarafından Gülbang-i Mevlevî okunurken cemaat gözyaşlarına boğulmuş:
Vakt-i şerîf hayrola,
hayırlar fethola,
şerler def ola,
Şeyh Abdülbâkî Dede Efendi merhum
garka-i garîk-i rahmet-i Yezdân,
hâcesi hoşnûd ola,
dem-i Hazret-i Mevlânâ,
sırr-ı Şems-i Tebrizî,
kerem-i İmam-ı Ali,
Hû diyelim, huuu…(S. 451-52).
Bir yanıt bırakın