Gerileme sebebimiz tasavvuf mu?

Geçen hafta “Yeni İlahiyatçılar”dan söz etmiştim. Bunlar akılcı ve pozitivist bir görüşe sahip oldukları için pek çoğu metafizik alana ve tasavvufa karşıdırlar. Büyük İslam sufileriyle alay ederler, hatta biri İbni Arabi için “şizofren” demek cüretinde bulunmuştur.

Bu tür ilahiyatçıların çoğu aklı putlaştırdıklarından, akıl üstü (verael-akl) metafizik konulara, manevi alana karşıdırlar. Dolayısıyla tasavvufa da mesafelidirler. Onlara göre tasavvuf olsa da olur olmasa da, fakat olmasa daha iyidir. Mesela bir köşe yazısında geri kalış sebebimizin neredeyse tamamen tasavvufa yüklendiği görülür. Mealen şöyle denir:

Günümüzde İslam toplumları ağır bir ahlak sorunu yaşıyor. “Ehl-i sünnet” adı verilen zâhirci-lafızcı ulema, itikad-ibadet-ahlak bütünlüğünü ahlak aleyhine bozdu. Sonuçta “ahlak” ortada kaldı ve buna tasavvuf sahip çıktı. Fakat tasavvuf tevekkül, teslimiyet, terk ve kader gibi kavramları pasifleştirici anlamda yorumladı. Zamanla tasavvufun etki alanı genişleyince Peygamber efendimizin ve ilk neslin zihnine ve hayatına hâkim olan dinamik dindarlığın yerini pasif dindarlık aldı.

MÜDERRİSLERİN AHLAK ZAAFI
Bu fikirler “Yeni İlahiyatçılar”ın ortak görüşü sayılır. İslam ülkelerindeki gerileme ve ahlak zaafı bir tek sebebe bağlanamaz. Bu konuda sufi çevrelerin, alimler ve fakihlerden daha suçlu olduğunu söylemek haksızlıktır. İddia edildiği gibi tasavvuf ortada kalan ahlaka sahip çıkmadı, aksine tasavvufun kendisi bizzat ahlak yoludur.

Bu yazıyı kaleme alış sebebim yeni okuduğum Şems-i Sivasi Menakıbı adlı kitaptır (Büyüyen Ay yayını). Şemseddin Sivasi (1520-1597) devrinin büyük bilgin ve sufilerindendir. İstanbul’da medrese tahsilini tamamlayıp ve müderrislik yapmaya başlar. Bir gün müderrislerin ilim haysiyetine yakışmayacak tarzda yardakçılık yapmalarına rağmen kazasker tarafından aşağılanmalarına şahit olur. Bu duruma çok üzülür ve medrese hocalığını terkedip tasavvuf yoluna girmeye karar verir. Bu bir yüksek ahlak örneğidir.

TASAVVUF PASİFLİK DEĞİL
Tasavvufun pasif dindarlığı özendirdiği iddiası yanlıştır. Tevekkül, zühd, teslimiyet gibi kavramlar sufinin tamamen iç dünyasına aittir. Mesela “bir lokma bir hırka” kişisel tüketim ölçüsüdür, üretimle ilgisi yoktur. Cömertliği, vermeyi, yardımlaşmayı tasavvuf ahlakı över. Maddi varlık olmadan bunlar nasıl uygulanacaktır?

Anadolu ve Rumeli’nin fethinde derviş gazilerin rolleri tarihçe sabittir. Şemseddin Sivasi’nin bu geleneğin devamı sayılacak bir davranışı vardır: Sivas’ta uzun yıllar irşad faaliyetini sürdüren Sivâsî ömrünün sonlarına doğru III. Mehmed’in Eğri seferine katılır (1005/1596). İleri yaşına rağmen cihad etmek gerektiğini söyleyip kendi parasıyla 6 deve satın alıp sefer hazırlıklarına başlar. Sivas’taki ilk Müslüman fatihlerinden Abdülvahap Gazi‘nin sancağını da alarak İstanbul’a varır ve orduya katılır. Peçevi Tarihinde padişahtan naklen şu ifade yer alır: “Akşemseddin, İstanbul fethinde Sultan II. Mehmed’le bulunmuşlar. Kara Şemseddin, Sultan III. Mehmed’le Egri’de bulunsalar tuhaf mıdır?” Osmanlı’nın kuruluşunda sultanların yanında yer alan dervişler meşhurdur. Sonraki asırlarda da seçkin şeyhlerin savaşlara katılmasının çeşitli örnekleri vardır. Niyazi Mısri, İsmail Hakkı Bursevi bunlardandır. I. Cihan Savaşında sembolik de olsa Mevlevi alayları cepheye gitmiştir.

Bu nasıl pasifliktir ki, Nureddin Topçu (1909-1975) gibi bir mücadele adamı, Nakşi şeyhi Abdülaziz Bekkine’nin (1895-1952) mürididir. Yakın dönemde sanayileşmemizin ilk örneklerinden biri sayılan Gümüş Motor projesinin fikir babası Mehmet Zahit Kotku (1897-1980) olmuştur.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.