HASAN ALİ YÜCEL’İN MEVLEVİLİĞİ VE ÖNEMLİ BİR RÜYASI

HASAN ALİ YÜCEL’İN MEVLEVİLİĞİ VE ÖNEMLİ BİR RÜYASI

Mehmet Demirci

Hasan Ali Yücel (1897-1961) gerek anne gerek babası tarafından İstanbullu derviş bir ailenin çocuğudur. Babası Ali Rıza Efendi (ö. 1937) Yeni Kapı Mevlevihanesi mensubu bir Mevlevi, neyzen ve bestekârdır. Pek çok şarkı ve ilahi bestelemiştir. Annesi Neyire de Mevlevidir. Anneannesi Kadiri dervişidir.

  1. A. Yücel 1938-1946 seneleri arasında Milli Eğitim Bakanlığı yaptı. O dönemlerdeki fikri ve siyasi tartışmalar sebebiyle Yücel’in manevi yönü gölgede kalmıştır. Onun Mevleviliğiyle ilk bilgileri ben Mustafa Kara’nın yazı ve kitaplarından öğrendim. Son olarak A. Güner Sayar’ın “Hasan Ali Yücel’in Tasavvufi Dünyası ve Mevleviliği” kitabını okuyunca merakım arttı ve Yücel’in çocukluk anılarından oluşan “Geçtiğim Günlerden” kitabını satın aldım (İş Bankası yayını 3. basım, 2019). Bu kitaptan konuyla ilgili yaşanmış örnekler sunacağım.

MEVLEVİHANE ÇOCUĞU

  1. A. Yücel’in hayatında Yenikapı Mevlevihanesinin yeri büyüktür. Kendisi Mevlevi kültürü içinde yetişmiştir. Bu ilişkinin doğum öncesinden başladığı görülüyor. Yücel’in annesi Neyire Hanımın uzun süre çocuğu olmaz. Baba ise çocuk istiyor. Hasan Ali Yenikapı Mevlevihanesi’nin himmetiyle doğmuş. Annesi anlatır:

-O gece rüyamda, konağın harem taşlığına bakan parmaklıklı ufak bir sofa vardı, parmaklıktan bakıyorum, birçok erkek çocuk oynuyor. Arkamdan bir ses geldi, bir el omzumu dürttü. Şu dakika gibi gözümün önünde. Başımı çevirdim; başında destarlı sikke, uzun boylu, aksakallı, zayıf bir zat. O oynayan oğlanla­rın biri şenindir dedi. Uyandım. Sabahleyin anneanneme söyledim. Anneannem iki gün sonra tekkesine (Yenikapı Mevlevihanesi) gitti. Şeyhine (Celaleddin Efen­di) söylemiş Neyire böyle bir rüya görmüş diye. “O gördüğü Kemal Ahmet Dede’dir. Kızın bir yemenisiyle gömleğini yollayın, türbeye koyalım,” demiş. Gömleği, tülbenti yolladılar, türbeye koydular. Sonra çıkarıp sakladılar. Sana gebe olmuştum. Aylar geçti, vakit gel­di, ağrım tuttu. Tutunca aynı gömleği giydirdiler, aynı yemeniyi başıma bağladılar. Dört saatçik ağrı çektim. Nasıl doğurduğumu bilmeden seni dünyaya getirdim.

DİLİNİN AÇILMASI MEVLEVİHANE BEREKETİ

  1. A. Yücel iki yaşındayken nazara gelir ve dili tutulur, bir sene boyunca hiç konuşamaz. Hekim, hoca, sadrazam, padişah… Bütün çarelere başvurulmuş, olmayacak şeyler yapılmış. Kendisi, şöyle anlatır:

Bizimkiler artık benim konuşmamdan umudu kesmişler. Bu üzüntüler içinde bir kandil gecesi Mevlevihane tekkesine gidilmiş. Yaşlı ve o devirde veli bilinen bir Ahmed Dede varmış. Kudümzen başı. Yani ayin okuyanların başı. Annem hasta yatağında yatan Ahmed Dede’ye beni götürmüş. Kendisinden beni okumasını istirham etmiş. İhtiyar Dede o gece özür dilemiş, fakat annemin yalvarmasına dayanamayarak bana suda erittiği bir tozu içirdikten sonra bir şeyler okuyup üflemiş.

Yücel bu bahsi şöyle tamamlar: “İşte ben bu bir yıllık söylememe perhizinden o gece vazgeçmişim. Bıraktığım yerden söylemeye başlamı­şım. O gün bugün sustuğum yok. 53 senedir durmadan söylüyorum. Şimdiye kadar (1950) konuşmamın ikinci bir arızaya (dil tutulması) uğramaması, bu yarım asır içinde nazar değecek bir şey söylememiş olduğumun göstermez mi?”

YENİKAPI MEVLEVİHANESİ

Yenikapı Mevlevihanesi Mevleviliğin en önemli merkezlerinden biridir. Yücel’den dinleyelim:

“Topkapı dışında Merkez Efendi yakınındaki Mevlevihaneye gece yatısına giderdik. Büyükler oranın dervişi idiler, tekkeye gittiklerinde beni de beraber gö­türürlerdi. Esasen de pek küçük çağda sikke giymiş, derviş olmuştum. En derviş olunmayacak demlerimde bile bu ruh halini muhafaza etmişimdir.”

Yücel bir Mevlevi tekkesini ve onun mensuplarını hayranlıkla anlatır: “Tekkeyi pek severdim. İnsanları kibar, bahçesi ve avluları büyük; herkesin hareketi ölçülü ve sakin, kimse kimseye faz­la karışmaz, kimse kimseyle çançan konuşmaz; içinde çocuğun ve erginin rahat nefes alabileceği bir yerdi.”

Hasan Ali Yücel Mevlevi dervişlerine olan hayranlığını dile getirmeye şöyle devam eder: “56 altı yaşımı bitiriyorum (…) Bunları, hayatları­nın sonlarına kadar takip ettim. Ağızlarından bir ağır söz, kendilerinden bir ters hareket, yapılmış ricalara ‘Eyvallah’dan baş­ka cevap duyup görmedim. Benleri temiz, ruhları temiz, ince, zarif insanlardı. Tekke’de, öyle söylenildiği gibi, eğlencelere, şımarık, mübalatsız  (özensiz), laubali hallere, bir kere bile, tesadüf etme­dim. Dedeler, şeriatın emirlerine uymuş, namazında, niyazında adamlardı. Bu hakikatleri sarahatle (açıkça) ifade, bana vicdani bir va­zifedir.”

HU BABA

“Hele ‘Hubaba’ dediğim Celal Efendi, uzun boyu, uzun devetüyü sikkesi, zayıf, fakat nurani yüzüyle pek hoşuma gidiyordu. Elini öptüğüm zaman beni öpmesi­ni pek ister, çok severdim. Bu tertemiz insanın kendine has öyle çekici bir kokusu vardı ki şu anda onu bir gül bahçesi içindeymiş kadar canlı, tesirli olarak hafızam­da bulmaktayım. Keyifli zamanında beni yanına ça­ğırırdı. Yazı yazdırır, yazılmış yazıları okutur; hikaye söyler, bana tekrarlatırdı. Küçük oturma odasında bir masası vardı. Beyaz buzlu ve kapaklı bir kase içinde duran peynir şekerlerinden verirdi. Bu ikram beni be­ğendiğinin, sevdiğinin delili olduğu için bana büsbü­tün tatlı gelirdi.”

Adı geçen ‘Hu Baba’, Mehmed Celaleddin Dede (1849-1908) olup 22 yıl şeyhlik yapmış, bilgili, kültürlü ve musikişinas biridir.

BU DEFA SÜNBÜL EFENDİ

Yıl 1911. Vefa İdadisi’ne başvuran Haşan Ali’nin okula girebilmesi için bir sınavdan geçmesi gerekmektedir. Kendisi anlatır:

“Annem, Vefa Lisesi için imtihanına gireceğimizi duyunca derhal beni aldı, Sünbül Efendi’ye götürdü. İhtiyar bir türbedar vardı, ona beni okuttu ve bir kağıt içine koyduğu kuru üzümleri türbedeki büyük evliyanın sandukası önüne koyulmak üzere bu aksakallı yüz yaşındaki Peşkadem Efendi’ye verdi. İmtihana gireceğim gün de bana okudu, üfledi, bu okunmuş üzümlerden yedirdi. İçimde hem güven hem korku vardı.”

Evvelce de belirttiğimiz gibi bir kısım insanımız, önemli bir işi başarma konusunda bir takım dua ve geleneksel ritüellere başvurur. Üzerine düşen çalışma ve gayreti gösterdikten sonra, bunun bir sakıncası olmadığını düşünüyorum. Hatta manevi bir destek sağlayabilir.

  1. A. Yücel’in babası, annesi ve kendisi Mevlevidir ve Yenikapı Mevlevihanesi’ne bağlıdırlar. Anneannesinin ise “Kadiri dervişi” olduğunu söyler: “Ayşe Hanımcığım (anneannesi) Kadiri dervişi idi. Cerrahpaşa’da Başmakçı Tekkesi’nin şeyhi Baba Efendi’ye, sonra da oğlu Mehmet Ali Efendi’ye mensuptu. Sabahları yazın beyaz, kışın devetüyü seccadesinde oturur, namazını bitirdikten sonra taneleri iri, beş yüzlük kuka teşbihini alır, la ilahe illallah çekerdi. Gözleri kapalı, başında namaz bezi, bu zikri yarı uykuda, yatağımdan seyret­meye bayılırdım. Of, ne tuhaf. Bu satırları yazarken onun vecidli, coşkun sesini duyuyorum.”

Yücel şöyle devam eder: “Tekkeler kaldırıldığı zaman evleri arayacaklar, der­vişlik eşyası bulurlarsa sahibi hapse sokacaklar diye onu korkutmuşlar; zavallı kadıncağız da bu beş yüz­lük tesbihi dağıtmış, doksan dokuzlusunu bırakmıştı. O şimdi bendedir. İtina ile saklarım. Arada bir çıkarır, o kocaman taneleri çeker, geçmiş günleri gelecek günlere bağlarım.”

HASAN ALİ MÜEZZİN

Yücel anlatmaya devam eder: “Yenikapı Mevlevihanesi’nde kazancı Hasan Dede evliya gibi bir adamdı. Tekkenin müezzinliğini ederdi, ayrıca kudümzendi, güzel naat ve ayin okurdu. İyi insan nasıl olursa Hasan Dede’de onun bütün şartları, bütün va­sıfları vardı. Vücutça, ruhça temizdi. Güzel Arapça bilirdi. Mesnevi elinden düşmezdi.”

“Bana ilk naat-ı Mevlânâ’yı meşkeden (öğreten), beni namazda müezzinliğe, tekkenin minaresinde ezan okutmaya alıştıran Haşan Dede olmuştur. Hele yaz sabahları tekkenin yüksek minaresinin şerefesin­den essalat verdiğim zaman, sesimin geri gelen “Allahu ekber”lerini dinlerken nasıl vecde gelir, nasıl kendimi kaybeder gibi olurdum anlatamam. İlk subhun (tan yerinin ağardığı vaktin) yüce duygular tecrübesini bu minarenin şerefesinde yapmışımdır.

Bu ilahi insanların muhitinde yalan yoktu. Hayatlarının hiçbir anında bile sahtekâr olmamışlardı. Ben sahici Müslümanlığı onların havasında bağrıma sindirmişimdir.”

*

Bu yazdıklarımdan haberdar olan bir tarihçi dostum “Bunları okuyan H. A. Yücel’i evliya sanacak” notuyla bir metin gönderdi. Başlığı: ‘Homo Kemalismus’ olarak Hasan Ali Yücel. Yazarları: Ayhan Aktar – İştar Gözaydın. İstifade ile okuduğum bu uzun makalede Tanıl Bora’nın Hasan Ali Yücel adlı biyografi kitabının (İletişim yayının, 2021) tanıtımı ve eleştirisi yapılmaktadır. Tarihçi dostumun amacı, sanırım Yücel’in 8 yıl süren (1938-1946) Maarif Vekilliği sırasındaki icraatıyla, hatıralarında çizilen Hasan Ali portresi arasındaki ciddi farka dikkati çekmek olmalıdır. Bakanlığın sırasında bir rica için gelen tanıdığı bir Mevlevi büyüğüne hiç yüz vermediği, kovarcasına uzaklaştırdığı anlatılır.

ÜÇ DÖNEM ÜÇ PORTRE

Mesele şu: Yücel’in samimi bir Müslüman ve Mevlevi olması ile Cumhuriyetin pozitivist ve dini dışlayan uygulamalarının baş aktörlerinden biri olması arasında bir çelişki yok mudur? A. G. Sayar’ın bu konudaki görüşleri muğlaktır. Ona göre Cumhuriyetin mimarları insanımızı “batıni tasavvufun” (?) etkisinden çıkarıp dünyaya döndürmek istiyordu. Yücel de “metafiziğin rasyonalizsayonunun şekillenmesine katkıda bulunmuştur.”

Tanıl Bora ise bu konuda daha nettir. Ona göre Yücel “Çok değil, üç beş yıl içinde, bu konudan, bu dilden (din alanından MD) uzaklaşmıştır. 1930’ların ikinci yarısında ve 1940’larda Yücel’de din bahsi hemen hiç geçmez. Dini lügati hemen hiç kullanmaz. 1950’lerde din hakkında konuşmaya ve dini terminolojiyi kullanmaya yönelir.” Yani Yücel, tek partili cumhuriyette ayakta kalmak için dönemin ruhuna uymuştur. Bu şartlarda dini görüşlerin dile getirilmesine ve dinselliğin kamusal alanda sergilenmesine pek izin verilmez. Tanıl Bora şöyle bitirir: “ Yücel’in dinden imandan çıktığını söyleyebilir miyiz? Arşiv belgesinin düz okuması bizde böyle bir izlenim yaratabilir. Ama yanıltıcı olur!”

*

Kimsenin inancını sorgulamak gibi bir niyetim yok. Yücel gençliğinde, bürokratik ve politik hayatında ve 1948’den sonra farklı çizgilerde olabilir. Önemli olan “hüsn-i hatime”dir (iyi son). 1948’de tamamladığı Allah Bir adlı şiir kitabıyla “tekrar aslına dönmüş” oldu. İlk 3 yazıda bolca alıntılar yaptığım Geçtiğim Günlerden kitabının yazıldığı tarih 1958’dir. Bize düşen kendi son beyanlarına inanmaktır.

HASAN ALİ YÜCEL’İN RÜYASI

1925’te Türkiye’deki bütün tekke ve türbelerle birlikte Konya’daki Mevlânâ Dergâhı da kapatıldı. Son şeyh Abdülhalim Çelebi İstanbul’a gitti. Öteki 40 kadar derviş ve görevli de sağa sola dağıldı. Bir kişi hariç: Ankara’lı Mehmet (Arısoy) Dede (1874-1957). Bu zat Hz. Mevlânâ aşığı biriydi. Ankara’da idadiyi (lise) bitirmiş Konya’ya gelerek Mevlânâ Dergâhı’na sığınmıştı. Orada 1001 günlük Mevlevi çilesini çıkardı ve “Dede” ünvanını aldı. Başka yere gitmek istemediği için, adet üzere kendisine bir hücre (oda) verildi.

Mevlânâ dergâhı 1926’da müze olarak yeniden açılınca ilk müdür Mehmet Dede’yi odasından çıkarmak istedi. Dede müdüre yalvardı:

“Müdür bey, ne olur beni buradan ayırmayınız, buraya dönmemek üzere geldim, burada ölmek isterim. Hademe olarak kalmak, hem Pir’ime hem size hizmet etmek isterim. Ne iş verirseniz yaparım.” Müdür isteğini kabul etti, gündüz hademelik, gecede bekçilik yapmak üzere dergâhta kaldı. 1939 yılında bir gün müze müdürü Dede’ye yaş haddi dolaysıyla emekliliğinin geldiğini bildirdi. O zavallının dışarıda kimsesi ol­madığı için, başka uzak yerlerde bir akrabasıyla temas kurmak üzere, bir gün müsaade etmelerini istedi. Bundan sonrası çok ilgi çekicidir.

O yıllarda Hasan Ali Yücel Milli Eğitim bakanıdır ve müzeler kendisine bağlıdır. Yücel, Mehmet Dede’ye emeklilik tebliğatı yapıldığı gece bir rüya görür. Mevlâna Hazretleri kendisini, “Hasan, benim dervişimi koru!” diye ikaz eder. Rüyanın heybetinden uyanan Maarif Vekili, merak ve sabırsızlıkla bekler. Uyuyamaz, döner, dolaşır. Sabahleyin ilk iş olarak Konya Valisini (Cemal Bardakçı’yı) arar, “Ne var ne yok oralarda?” diye sorar. Aldığı cevap: “Asayiş ber-kemal”.

Validen bir havadis çık­mayınca, müze müdürünü arar. Oradan da: “Mühim bir şey yok. İşler yolunda” denilir. Vekil ısrarla: “En ufak teferruatı istiyo­rum” der. O zaman müdürden: “Sizi pek ilgilendirmez ama dün Dede’nin emekliliği geldi” cevabını alınca: “Hiçbir şey yerinden oynamasın, ben Konya’ya geliyorum” emrini verir. Bakan er­tesi gün Konya’ya gelir. Mehmet Dede’nin Türbe’de kalması için bir formül bulunur. Özel İdare’den verilecek küçük bir maaşla, Dede ömür boyu ye­rinde bırakılır.

Mehmet Dede’nin hayatı boyunca ziyaretçisi eksik olmamıştır. Kendisi çok nazik ve misafirperverdi, Dede’nin her gün 25-30 ziyaretçisi olurdu. Sağlıklı günlerinde mangalda kahve pişirir, şeker ve lokum ikram eder, Mesnevî ve Dîvân-ı Kebir’den parçalar okuyarak açıklardı. Elini öpenlere, “Yok ol evladım” diye dua ederdi. Bunun anlamı nefsini ıslah et, benlikten, bencillikten kurtul demekti.

*

Hasan Ali Yücel’in ilgili rüyası bütün ayrıntıları ile Ahmet Güner Sayar’ın “Hasan Ali Yücel’in Tasavvufi Dünyası ve Mevleviliği” adlı kitabında anlatılmaktadır (Ötüken yayını, 2017). Oradan öğrendiğimize göre Yücel bu olayı, 1959-1960 senelerinde Tahran Üniversitesi’nin davetlisi olarak bulunduğu İran’da, aynı davetle gelen Mehmet Önder’e anlatır. A. Güner Sayar rüya meselesini 1986’da İstanbul’da Celaleddin Bakır Çelebi’nin evindeki bir sohbette Mehmet Önder’den dinler, bir vesileyle Ressam Ahmet Yakuboğlu’na anlatır. O da Rengârenk Kütahya isimli kitabında bu rüyaya yer verir. İsmail Kara Yakuboğlu’nun yazdıklarından hareketle Yeni şafak gazetesinde “Hasan Ali Yücel Yazılarına Önemli Bir Zeyl” başlığıyla konuyu dile getirir (1996). Prof. Celal Şengör merak ettiği bu rüya konusunu Yücel’in kızı Canan Eronat’a sorar ve doğru olduğunu yazar.

Mehmet Önder (1926-2004) Konya İmam-Hatip Okulu’nda öğrenciyken bizim Sanat Tarihi dersimize girmişti. Zarif, çelebi bir insandı. Fazla ihtiyatlı ve ketumdu. A. Güner Bey’in de belirttiği gibi eli kalem tutan biri olmasına rağmen yazılarında, kitaplarında ne hikmetse bu rüya olayını kendisi yazıya geçirmekten imtina etmiştir.

Prof. Dr. Mehmet Demirci

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.