TANIDIĞIM AYDIN YÜKSEL

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

Aydın Yüksel ile 1961-62 yıllarında tanıştığımı hatırlıyorum. Aradan yarım asır geçmiş. Yüksek tahsil için İstanbul’a gelmiştik. Konyalı bir grup arkadaş Edirnekapı’da bodrum katta bir dâire tutmuştuk.

O günlere ve Aydın Yüksel’e dâir ilk hatırladıklarım şöyle. Fevzi Paşa Caddesi’nde şimdiki Akbank’ın olduğu yerde küçük bir binâ vardı. Sanırım Aydın ağabey arkadaşıyla orada oturuyordu. Daha sonra tek başına kalmaya başladı.

Kendisi Güzel Ssanatlar Akademisi öğrencisiydi. Uzuna yakın boylu, yakışıklı, kibar bir gençti. Önce insanda biraz mesâfeli durma hissi uyandırırdı. Mağrur bir görüntüsü mü vardı? Hayır, vakurdu demek daha uygun düşer. Gene de ölçülü bir saygıyla yaklaşma hissi verirdi. Zamanla tanıdıkça yakınlığımız arttı, mütevâzı ve cana yakın birisi olduğunu gördüm.

O günlerde Türkiye’de Osman Yüksel Serdengeçti popüler bir isimdi. Konya’da 1955-1961 arasında çıkmış bütün Serdengeçti dergilerini ve kitaplarını okumuştum. Sert laiklik uygulamalarına, yanlış eğitim politikalarına karşı çıkan pervâsız yazıları vardı. Muhâlif düşüncelerini hoş esprilerle harmanlayan Serdengeçti’nin kolay okunan bir yazı üslûbu vardı. O, muhafazakâr gençler için bir fenomendi. İşte Aydın Yüksel onun yeğeniydi. Amcası Osman Yüksel’i ne över ne yererdi; sorulduğu zaman ondan tabiî bir üslûpla bahsederdi. Tanıdığım Aydın Yüksel’i hep abartısız ve tabiî gördüm.

Odasında büyükçe bir masası vardı. Akademi öğrencisi Aydın Yüksel üzerinde çizimler yapardı. Ayrıca hatla da meşguldü, iyi resim yapardı. Masası üzerinde her zaman bir takım eskizler bulunurdu. Bunlardan birini istedim, verdi; teksir kâğıdı üzerine suluboyayla yapılmış, Süleymâniye’yi hatırlatan bir câmi resmi. İmzâsını atmış: 1964 Aydın. Bu resmi çerçevelettim, hâlâ saklarım.

Daha sonar ricâ ettim, benim Türkistan Notları kitabımın kapağını yapıverdi. Bundan üç yıl önce de Yunus’un şiirlerini okuyup nehre atan ve yakan bir Molla Kasım resmi ricâ ettim; Eskişehir’de bir sempozyumda kullanacaktım. Sağ olsun onu yapıp gönderdi. Bunları biraz nazlanarak yaptığını söylemeliyim. Sebebini şöyle îzah ediyorum: Mükemmeliyetçi bir insan olduğu için, yeterince zaman ayıramamak ve arzu ettiği seviyede bir resim çıkmamasından endîşe duyarak tereddüt göstermiştir.

Aydın Yüksel iyi bir hattattır. Rahmetli Ali Yardım’la beni, sanırım hocası da olan Hattat Halim Özyazıcı’ya (1898-1964) götürdü. Fındıklı’da bir süre rik’a meşkettik. Halim Hoca’nın meşk defterini hâlâ saklarım. Harfleri bitirmek üzereyken bırakmışız. Belki de Halim Hoca bir trafik kazasında vefat edince bitmiştir. Hat bir yetenek işi, ben fazla ilerletemedim.

Bir keresinde evinde babası Selâmi Bey’le karşılaştık. Hoş ve etkileyici bir görünümü vardı. Sanırım mesleği hâkimlik idi. Sonradan öğrendiğime göre kendisi iyi bir Melâmî imiş. O gün elimde Descartes’ın Metod Üzerine Konuşma adlı küçük kitabı vardı. Pek de anlamadan okumaya çalışıyordum. Selâmi Bey kitabın ne olduğunu sordu, gösterdim. Hakkında bir takım ciddi şeyler söylediyse de şimdi hatırlamıyorum.

1968 yılında askerlik kıt’a hizmeti için İstanbul’a uzun süreli ikinci gelişimde ben Karagümrük’te Aydın Yüksel’in boşalttığı kira evine girdim.

Aydın ağabey Konya eşrâfından diş tabîbi Mustafa Şenaltan’ın kızı Semahat Hanım’la nişanlandı. Dünür başı sanırım Mehmet Emiroğlu (1918-2004) idi. Nişanın yapılacağı gün, tesâdüf ben de Konya’da idim. Nişan akşamı (yoksa dînî nikâh mıydı?) M. Şenaltan Bey’in evinde kısa bir duâ merâsimi yapıldı. Ben orada Rahman sûresinin başından bir bölüm okumuştum. Hikmet-i Hudâ, seneler sonra Aydın Beylerin kızı büyüdü, evlilik çağına geldi, Turgutlu’lu bir gençle evlendi ve düğünü orada yapıldı. İzmir’den Ali Yardım’la ben gittik. Nikâh duası sırasında gene Rahman Sûresinin aynı âyetlerini okudum.

Ben İzmir’e yerleşmiştim. Aydın bey İzmir Çeşme kalesi hakkında bir çalışma yapmaktaymış. Birlikte Çeşme’ye gittik, mezrosunu tutuverdim , kalede bazı ölçümler yaptı. Bu çalışma Osmanlı Mîmârîsinde II. Bâyezid Yavuz Selim Devri (886-926 / 1481-1520) 5. Ciltiçinde yer almaktadır. Bu kitap, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Osmanlı Mîmârîsi’nin devamı ve beşinci cildini teşkil eder.

Aydın Yüksel iç mîmârî okudu, daha sonra yeni baştan mîmârî tahsîlini tamamladı. Bu alanda doktora yaptı. Hattatlık çalıştı, birkaç hocadan icâzet aldı.

Asıl önemlisi okuyan, düşünen, tefekkür ve teemmül eden birisidir. Türk târîhi, Türk san’atı, Tür edebiyâtı ve Osmanlı mîmârîsinin sevdâlısıdır. İleri derecede bilgisi, hazmedilmiş kültürü ve estetik zevki vardır. San’at felsefesi diyebileceğimiz ve mensupları az olan özel bir sâhanın mühim temsilcilerindendir.

Bu üstün zevk ve düşünce yapısına nasıl sâhip olmuştur dersek; sanırım bunun bir kısmı hak vergisiyse, önemli bir bölümü de zamanla öğrenilerek kazanılmıştır. Aydın Yüksel’in bu zevk ve kültürü, geniş çapta Ekrem Hakkı Ayverdi’den öğrendiğini söyleyebiliriz. Evet târih şuuru ve sanat zevki zamanla öğrenilen bir şeydir. Uğur Derman’dan okuduğumuza göre Ekrem Bey’in de Osmanlı mîmârî eserlerini restore ettikçe târih şuur ve zevki gelişmiştir.1

Ekrem Amca’nın bir sohbetinden hatırladığıma göre, güzel sanatlar arasında mîmârînin daha güçlü bir yeri vardır. Çünkü mîmârî müşahhastır, göze hitap eder, tesiri daha kuvvetlidir. Bir mîmârî yapı boyutları, yüksekliği, tenâsüp ve güzelliği ile başka sanat eserlerinden daha etkileyicidir. Âdetâ konuşur ve asırların ötesini günümüze canlı olarak nakleder.

Aydın Yüksel Ekrem Bey’le kapı bir komşu idi, oldukça sık görüşürlerdi. Hattâ onun asistanıdır denebilir. Herhalde pek çok sohbetleri olmuştur. Bunların çoğunun sâdece sözlü değil, uygulamalı şekilde bilfiil mahallinde, eserlerin üzerinde, görerek vukū bulduğunu söyleyebiliriz. Balkanlardaki Osmanlı mîmârî eserlerinin tesbîti, ölçümlerinin yapılması ve planlarının çizimi için yapılan seyahatlerde berâber olmuşlardır. Birlikte birçok çalışmalarda bulundular. Böylece onun mîmârî zevki ve kültürü gelişir.

Aydın Bey aynı zamanda çok okuyan biridir. Târih, edebiyat ve tasavvuf alanına dâir iyi bir kitaplığı olduğunu sanıyorum. O bir Evliyâ Çelebi hayrânıdır. “Canım Evliyâ”ya, “Evliyâ-yı bî-riyâ”ya, “altın dilli şen şakrak Evliyâ”ya sık sık atıfta bulunur.

Târih, millî kültür, edebî zevk ve tasavvuf sâhasına dâir birikimi onun yazılarına yansımıştır. Pâdişah Türbleri2 için yazdığı hârikulâde metinlerin içine ustalıkla yedirilmiş çok hoş ifâdeleri vardır. Bu metinler “Osmanlı mülkünün sultanlarının yattıkları mekânlarda şöylece yapılan bir gezinti sırasında bâzen akla gelen, bâzen de gönle doğan ve hattâ zaman zaman hayal edilen ve halkın hâfızasında yer etmiş bâzı menkıbe ve vak’alarrın hatırlanmasıdır” diye sunulur. Böylece pâdişah türbelerinin metinlerinde”kuru kuruya sadece yapılarını anlatmak“la yetinmemiştir. Okuyucuyu “yapıldıkları târih ve zaman” dilimine götürerek, sanki o tecrübeyi tekrar yaşatmaktadır. Bunları yazarken kendisine, ilk asırlar için “sanki mâverâdan gelen bir ses gibi Âşıkpaşazâde, Peçevî, Rûhî, Ahmedî ve altın dilli şen ve şakrak Evliyâ Çelebi ve daha niceleri“nin yoldaşlık ettiğini söyler. Daha sonraları içinse Yahyâ Kemal, Ahmed Hamdi Tanpınar ve Sâmiha Ayverdi’nin yazdıklarından ilham almıştır.

Aydın Yüksel’in rehberliğiyle târihi mekânları ve türbeleri gezebilmek ne büyük şans olurdu! Şimdilik onun şu satırlarıyla yetinelim. Sultan II. Murad Türbesini anlatırken şunları yazmış :

Türbenin içi, hakîkaten Sultan Murad’ın istediği gibi sâde ve şatafatsızdır. Sekiz sütunun taşıdığı ortası açık kubbeden Tanrı’nın rahmet ve gufrânı sanki aşağıya süzülmekte ve Sultan Murad’ın mermerden basit sandukasını yıkamaktadır. Hattâ sizi kaplayan huşû ile, Gāzi Sultan’ın vasiyetinde arzu ettiği gibi, nice sırlı ve heybetli rûhânî varlıkların kabrin etrafında onun aziz ruhu için Kur’an okuduklarını görür gibi olursunuz. Siz de murâkabeye dalar, Bursa’ya defnedilen bu fetih öncesi velî-derviş pâdişahların sonuncusu huzûrunda derin derin dünyânın fânîliğini düşünmekten kendinizi alamazsınız.”3

*

Turgut Cansever’in vefâtı üzerine yazılan birçok yazıyı okuduğum günlereydi. Mîmârî felsefesi, san’at zevki, estetik konuları üzerinde parça bölük şeyler düşünüyordum. O günlerde Aydın Yüksel ile kısa konuşmalarım oldu. Kendisine bu meseleleri sordum. Bana Risâle-i Mi’mâriyye’yi4 gönderdi. Topkapı Müzesi’ndeki yazma nüshasından kendisi yayına hazırlamıştı. Klâsik mîmârîmizin rûhuna dâir ip uçlarını orada bulabileceğimi düşünüyordu.

Mîmarlık, san’at felsefesi, estetik meseleleri; güzel olan nedir, tenâsüp, âhenk, uyum gibi konular, üç beş cümleyle anlatılabilecek bahisler değil. Hele bu meselelerin rûhunu ve özünü yakalayabilmek, onlara vücut veren îman ve irfânı gözler önüne sermek oldukça karmaşık ve zordur.

Osmanlı mîmârîsindeki sâdelik ve ihtişâmın sırrı nedir? Bu seviyeyi nasıl yakalamışlardı? Îman ve irfânımızın özünü teşkil eden “tevhîd”in san’ata yansıması nasıl bir sırlı üslûpla gerçekleşiyordu?

Mîmârî târihimizde klasik dönemden sonra yakın zamanlarda neoklasik diye isimlendirilen bir devir yaşandı; onun da bir zevki ve değeri vardı. Mîmar Kemâleddin’in sivil mîmârî eserleri günümüzde büyük şehirlerimize bir şahsiyet ve ayrıcalık katmaya devam ediyor. 1920-1930’larda inşâ edilen yapılarda bile bir zevk ve estetik hâkimdir. Fakat son 50-60 yıldaki zevksizliğe tahammül etmek imkânsızdır.

Her sahada bir kültür kopukluğu yaşadık. Dilde, mûsikîde, âdap-erkânda bu böyle oldu. Ama mîmârî doğrudan göze hitab ettiği için yozlaşma daha çok dikkati çekiyor. Ölçüsüz, âhenkten uzak, yapının gövdesi ile nisbeti göz ardı eden uzun minâreli câmi müsveddeleri mantar gibi bitti. Dînî ve sivil mîmârîdeki bu zevksizlik nümûmelerini daha ne kadar seyretmeye mahkûmuz? Nasıl oldu da kalite düştü, zevk fukaralığı hâkim oldu?

Tekrar o eski zirveyi yakalamak mümkün mü? Yoksa mîmârî san’atı ihtişam ve kemâlin son noktasına geldiği için, artık tekrardan başka yapılacak şey kalmadı mı?

Bütün bunları Aydın Bey’e zaman zaman sordum. Kendisi “bir dokun bin âh işit kâse-i fağfûrdan” misâli dertli mi dertli! İşin aslını bilen birisi olduğu için bizlerden daha üzüntülü, ıstırâbı çok daha derin. Zevksizlik ve ölçüsüzlük örneklerini gördükçe içi kan ağlıyor.

Vatan caddesinden geçiyorduk, yeni yapılmış İl Özel İdare binâsını gösterdi. “U” şeklinde yerleştirilmiş kompleksin arasında bir boşluk var, bu boşluğun sonunda da giriş kapısı olmalı. İşte buranın üstüne boydan boya devam eden bir tür saçak yapmışlar. Hiçbir fonksiyonu yok; çok yüksek olduğu için gölgesi farklı yerlere düşer, güneşten koruyamaz. Gene aynı sebeple yağmuru engellemesi de imkânsız.

Ekrem Hakkı Ayverdi veya Aydın Yüksel’den birinden dinlediğimi hatırlıyorum. Klasik Osmanlı mîmârîsinde her unsur fonksiyoneldir. Bir işe yarasın diye yapılmıştır, lüzumsuz bir şey yoktur. Tam da insan için ve insana göredir. Sâdedir, sâdelik içindeki estetik ve zevki yakalamıştır. Topkapı sarayındaki avlu duvarları sâdelik içindeki estetiğin bir örneğidir.

İl Özel İdâresi binâsındaki gereksiz ve masraflı uygulamayı gösterdikten sonra şöyle demişti: “Genç mîmarlar maalesef okumuyorlar, bilgileri yok. Çok aceleciler. Ben yaptım oldu deyip geçiyorlar.” Seneler önce yine kendisinden dinlediğimi hatırlıyorum. Hayıflanarak söylerdi: İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde okuyup da Süleymâniye câmiinin içini gezip görmeyen öğrenciler vardır.

Bir ara Mîmar Turgut Cansever (1920-2009) hakkında sordum. Mâlûm o da mîmârî felsefesi, şehircilik gibi konular üzerinde kafa yoran ve ciddî eserleri olan bir şahsiyetti. “Bilge Mîmar” gibi güzel bir sıfatla anılır. Aydın Bey, Cansever’in teoride çok iyi olduğunu, bizim mîmârîmizin rûhunu ve felsefesini iyi bilip anlattığını; fakat uygulamada, yaptığı eserlerde o kadar özen göstermediğini, onları zayıf bulduğunu söyledi.

Şimdilerde “nehir söyleşi”ler moda oldu. Bu alanda güzel kitaplar çıktı. Benim de bir hayâlim var. Aydın Yüksel’le bütün bu konularla ilgili bir nehir söyleşi yapmak ve yayına hazırlamak. İnşallah imkân ve fırsat bulabiliriz.

Özleyip de yapamadığım bir şey şu: Aydın Yüksel’in rehberliğinde İstanbul’un târihî mekânlarını gezmek. Senede birkaç defa yapılan bu kültür-sanat gezileri kim bilir ne kadar zevkli oluyordur.

*

Aydın Yüksel hezarfen bir insan; mîmar, restoratör, hattat, dekoratör, sanat târihçisi, ilim adamı, hoca, yazar. Kendisinin Türkiye içinde yaptığı birçok câmi, çeşme ve çeşitli eserleri var. Bakü’de, başka Kafkas bölgelerinde, Balkanlar’da, İstanbul’un çeşitli semtlerinde câmiler ve çeşmeler yapmıştır. Ne yazık ki bunların pek azını görebildim. Alanya Oba köyündeki gösterişli câminin yapımına rahmetli Ali Yardım’ın ricâsı ve ısrârı ile inşaatının belli safhasından sonra müdâhil oldu. Bu câmi avlusundaki şadırvan, câmi dışındaki ve içindeki hatlar tamâmen Aydın Bey’in eseri ve hepsi birer hârika. Eşe dosta şeklini ve yazılarını hazırladığı kabir taşları, bulundukları kabristanlarda sâdelik ve zarâfetleriyle hemen dikkati çekerler.

Bildiğim kadarıyla en son Zeytinburnu Kazlıçeşme’de Nizâmoğlu Câmiini yapmıştır. Kısaca bunun hikâyesini anlattı: Zeytinburnu Belediye Başkanı modern üslûpta bir câmi planı ister. Birileri bunu yapar, her nasılsa Aydın Bey bunları görür veya başkan fikrini öğrenmek için gösterir.”Ben sizin Bakü’de yaptığınız câmiyi gördüm, çok beğendim.” der. Gösterdiği plan ise ultra modern hatta uçuk kaçık bir şeydir. Aydın Bey buna müdâhale eder; belki yeni yapılacak bir semtte olabilir ama bu târihî çevreye böyle bir câmi yapmak vebal işidir, çok yazık olur, der.

“Ben size buraya uygun bir plan çizeyim, yapımını tâkip ederim, hiçbir ücret de istemem.” der. Böylece Nizamoğlu Câmii yapılmaya başlanır. 1 Nisan 2011 günü İstanbul’da idim. Cuma namazından sonra inşaatın kontrolü için bu câmiye gideceğini söyleyince Aydın Beyle birlikte gittik. Klasik tarzda bir eser. Kendisi “klasik üslûba bazı küçük ilâveler yaptım” dedi. Rûhu ve gözü okşayan, insana tamlık ve mükemmellik hissi veren bir eser. Şadırvanı ve çevresindeki müştemilâtı ile burası bir külliye olacak.

Câmi girişindeki ve içindeki hatların tamâmını Aydın Yüksel bizzat kendisi yazmış. Târihten, okuduklarından ve hikmetli ifâdelerden hareketle yeni hat metinleri ortaya koymuş. Şadırvan yazılarının mermere işlenmesine kadar her detayı yakından bizzat kontrol ediyor.

Câmi inşaatı çok masraflı bir iş. İşçilik, kullanılan malzeme ve özel ustalık isteyen çeşitli işlerin kaliteli olmasına özen gösteriliyor. Bu durum masrafları daha da arttırıyor. Bütün bunlar bağışlarla karşılanmış.

Bir ara para biter, nerdeyse bütün imkânlar tükenmiştir. İşin başındaki hey’et ne yapsak ne etsek diye çare aramaktadır. Nereden para bulacakları konusunda kara kara düşünmektedirler. Câminin mîmârı Aydın Yüksel, latîfe yollu şöyle der: “Yâhu bir de doğrudan Hazretin kendisinden, Nizâmoğlu’ndan isteseniz ya.” Bu sözleri o değilden, yarı şaka yarı ciddî söylenmiştir.

Türkiye dışında, Aydın Yüksel’in câmilerini yaptığı insanlar kendisine hep minnet ve şükran duymuşlar. Bir ara onlara Nizâmoğlu Câmiinin inşaatından ve maddî sıkıntılarından bahsetmiş olmalı ki bir gün bu kimseler, câmi mütevellî hey’etine yardım olarak bir çanta dolusu para getirirler. İçinde tam bir milyon dolar vardır. Herkes çok sevinir.

Mîmârımız çocuksu bir mahcûbiyetle anlatmaya devam etti: “Câmi hey’etindeki adamlar bende bir şeyler olduğunu vehmetmeye başladılar. Sorma öyle bir utandım ki anlatamam. Bırakın Allah aşkına dedim; bir kerâmet varsa o da Nizâmoğlu Hazretlerindedir. Bende bir şey yok!”

1 Bk. Uğur Derman, Ömrümün Bereketi 1, Kubbealtı neşriyatı, İstanbul, 2011, s. 241-247.
2 Pâdişah Türbeleri Bülent Çetinor’un resimleri İ. Aydın Yüksel’in metinleri, Kubbealtı, İstanbul, 2009.
3 Padişah Türbeleri, s. 40.
4 Ca’fer Efendi, Risâle-i Mi’mâriyye, hazırlayan: İ. Aydın Yüksel, İstanbul Fetih Cemiyeti, 2005.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.