TEFEKKÜR DÜNYAMIZDA TASAVVUFUN YERİ

Denizli 6-7 Aralıkta önemli bir kültür faaliyetine sahne oldu: “Türk Tefekkür Dünyası Bilgi Şöleni”. Türkçemize karşı duyarlığı olanlar “Sempozyum” yerine “Bilgi Şöleni” ifadesini tercih ederler.

Bu şölen, Pamukkale Üniversitesi öncülüğünde Denizli Valiliği, Denizli Belediyesi ve Türk Ocakları’nın katkılarıyla yapıldı. Yer: Pamukkale Üniversitesi Kongre ve Kültür Merkezi. Üç ayrı salonda 80’e yakın bildiri ile geniş katılımlı bir kültür ziyafeti idi.

Sunulan bildirilerden bir kaçının başlığı şöyle: İnsanlığın Geleceği, Anadolu Coğrafyasında Türk Kültür Şifrelerinin Taşıyıcıları: Alevilik-Bektaşilik, Türk Düşünce Dünyasında Avrupa, Türk Tefekkürünün Kaynakları, Türk Bilim Tarihi, Türk Tefekkürünün Teşekkülünde Farabinin Yeri Ve Rolü, Erol Güngör ve Son Dönem Tefekkür Dünyamız, Türk Tefekküründe Sâmiha Ayverdi, Necip Fazıl’ın Fikir Dünyası, Peyami Safa ve “Muhafaza Etmek “ Üzerine, Bir “İsyan Ahlakçısı” Olarak Nurettin Topçu.

Ben de “Tefekkür dünyamızda Tasavvufun Yeri” başlıklı bir tebliğ sundum. Metnin kısaltılmış şekli şöyledir:

TEFEKKÜRÜMÜZDE TASAVVUFUN YERİ

Tefekkürü dinden soyutlamak mümkün değildir. İslâm dini içinde tasavvuf, kısaca dinin daha derinden yaşanması, hâl edinilmesi demektir. Tasavvuf, amel/uygulama ile başlar, ahlâki kemalle devam eder, nesnel gerçekliği gözlemleme (müşahede)ye kadar uzanır. Kalp aynasının mâsivâ pasından temizlenmesi sonucu, oraya bir takım ilâhî hakîkatler yansıyabilir. Bilginin kaynağı ve elde edilme araçları (epistemoloji) konusunda tasavvufa geniş bir alan açmak gerekir.

İnsanın maddî ve mânevî iki yönü var. Bunların bir takım ihtiyaçları olduğu gibi, geliştirilmeleri de söz konusudur. Atletizm sporuyla uğraşanlar, sürekli antrenmanlar yaparak koşuda, uzun ve yüksek atlamada büyük başarılar elde ederler. Sıradan insana göre bunların yaptıkları olağanüstüdür. Aynı şekilde insandaki manevî yönün gelişmesi de mümkündür.

Aklın gelişmesi bilimle, tefekkürle, felsefe ile olmaktadır. Ruhun da bir takım ihtiyaçları ve gelişmesi söz konusudur. Bu arada şunu hatırlatmalıyız: Manevî bakımdan insanları iki gruba ayırmak mümkündür: 1-Akılcı (rasyonalist) yaradılışa sahip olanlar, 2-Duygusal ve spritüalist yaradılışlı olanlar.

İkinci gruptakilerin rûhî açılımlara, manevî seferlere daha çok eğilimleri olur. Bunlar aynı zamanda sanatkâr ruhlu kişilerdir. Büyük mistikler ve sanat adamları daha çok bunlar arasından çıkar. Bu tip insanlar İslâm dünyasında daha ziyade tasavvuf ortamında varlık göstermiş, gelişmelerine orada imkân bulabilmişlerdir. Öteki İslâm ilimleri insanın aklına ve düşüncesine ışık tutarken, tasavvuf iç dünyasını ve gönlünü aydınlatmış ve zenginleştirmiştir.

Tasavvufi terbiye baştan sona bir insan eğitimidir. Burada din eğitimi, ahlâk eğitimi ve gönül eğitimi söz konusudur. Spor da bir eğitim işidir ve günümüzde oldukça revaçtadır. İşte tasavvuf bir bakıma “gönül kaslarımızı” geliştirme eğitimidir.

İnsandaki ruh, gönül kalb dediğimiz manevi yönün gelişmesi kanatlanması aktif hale gelmesi söz konusudur. Birtakım tasavvufi egzersizlerle, zikirle, teemmül ve tezekkürle kalb gözünün açılması imkânı vardır. Bunda başarılı olanlar gaybın kapılarını kurcalama noktasına gelebilirler. Sıradan insanın veya akıl sınırları içinde kalanların göremediği bir takım gerçekleri görebilirler. Yaşadıkları ve keşfettikleri manevi halleri imkân nispetinde dile getiriler. Bunlar ermişlerdir ve tefekkürümüze katkıları büyüktür.

Hilmi Ziya Ülken’in Türk Tefekkür Tarihi adlı bir eser var. Orada şöyle der: “Klasik Türk tasavvufu, İslâm medeniyetinin muhtelif irfan merkezlerinden gelen tesirleri toplayarak VII. (m. 13.) asır başlarında Anadolu’da gelişti. Ve en mühim eserlerini burada verdi. Türk tefekkürü skolastik felsefe alanında göstermediği orijinalliği mistik felsefe sahasında gösterdi.”

Mütefekkirimiz, bu önemli eserinin yarıya yakın bölümünü tasavvuf düşüncesine ayırmıştır. Muhyiddin Arabi, Sadreddin Konevi, Necmeddin Kübra ve Mevlânâ’yı anlatır. Büyük tarikatlerden söz eder.

Milletimizin İslâm dinine girişinden bu yana etkisinde kaldığı en önemli akım tasavvuftur. Bugün milletler arası alanda kendileriyle iftihar ettiğimiz kişiler tasavvuf kültürünün meyveleridir. Mevlânâ’yı yetiştiren çevre tasavvuf muhîtidir.

*

Tasavvuf teorik araştırma ve spekülasyonlardan ziyade içsel gözleme yani deruni müşahedeye önem verir. Özellikle İbn Arabi’nin kurduğu mârifete dayalı tasavvufi gelenekte nesnel gerçekliği gözlemede (müşahede) şu aşamalar söz konusudur: Nesnelerin gerçekliğini görme (rü’yet), bunların ardındaki gerçeği bulma (keşf) ve entelektüel (aklî ve kalbi) faaliyetin mârifete ulaşması.

Genellikle tasavvufun aklî düşünceyi kösteklediği kanaati yaygındır. Oysa şu tür izahlar da vardır. Akıl yaradılmışı, kalb ise yaradanı kavrar. Son aşamada akıl ve kalb gözü birbirinin düşünme ve görme fonksiyonunu perdelemeyecek tarzda bütünleşmiştir. Bu açıdan tasavvuf, entelektüel faaliyeti teorik incelemeden ibaret görmez. Ancak onu gereksiz de saymaz; teorik inceleme tasavvufun bir boyutudur. Fakat tasavvuf aklı sadece istidlali (discursive) bir düşünme meselesi olarak görür. Mükâşefe yani metafizik ilkelere nüfuz etmek “kalb gözü” ile mümkün olur.

Tefekkür tarihimizde önemli yeri olanlardan biri Gazâlî’dir (ö. 1111). Onunel-Münkız adlı küçük eseri, hayatının tefekkür seyrini özetleyen bir otobiyografidir. Burada aklî ilimlerden ziyade tasavvufi bilgiye övgüler yaptığı için eleştirilir. Hatta onun felsefi düşünceyi sekteye uğrattığı söylenir.

Gazâlî gençliğinden itibaren gerçeği arama iştiyakı içinde oldu, tabiatında şüphecilik vardı. Onun sistemli şüpheciliği, eşyanın gerçek mahiyetinin ne olduğunu sorması ve bu konuda kesin bilgiye ulaşmak istemesiyle başladı. Temelden kavradığı tasavvuf, olgunluk çağında kendisini derinden etkiledi, şüpheleri arttı.

Onun şüphesi sadece metafizik problemlerle ilgili değildi. Ayrıca ahlâki bakımdan da kendini sorguluyordu. Yaptığı en verimli iş olarak eğitim öğretimi görüyordu. Bunun bile sırf Allah rızası için olmadığını, gizli bir makam ve şöhret arzusuyla bunu yaptığını fark etti. Sonunda her şeyi terk edip uzun süre inzivaya çekildi. Onu, modern bilim felsefesindeki şüpheciliğin erken habercisi sayanlar vardır.

Gazâlî, kendi iç tecrübesiyle ulaşmış olduğu bilgi sayesinde Hakk’ın hakikatini açık seçik müşahede ettiğini belirtir. Bunu, aklî çerçeveden bağımsız olarak yapmıştır. Böylece keşf, müşahede, gönül bilgisi veya sezgiyi öne çıkararak, tefekkür dünyasına yeni bir boyut katmış oldu. Buna bir tür sübjektivizm denebilir.

Gazâlî ve benzerlerinin önemle üzerinde durdukları kalp bilgisi, keşf, sezgi, tefekkürümüze bilgi kaynağı olarak tasavvufun kazandırdığı şeylerdir, denebilir.

Tasavvuf inanışına göre akıl ve nakil belli ölçülerde dini bilginin kaynağıdır. Ama en ulvi ve kudsi bilgiler keşif ve ilhamla, yani sezgiyle elde edilir. Bu tür bilgilere mârifet ve irfan denir. Tasavvufa göre; iç tecrübeye ve manevi müşahedeye dayanan vasıtasız bilgiler, yani mârifet ve irfan ilimden daha değerlidir. Bunlara “ledün ilmi” denilir. Bunun özelliği her dem yeni ve taze olmasıdır. Bu da ancak kalbi tasfiye ederek elde edilir.

Mekanizma kısaca şöyledir: Bu yolun yolcusu tam bir içtenlikle dini görevlerini yerine getirir. Buna ilave olarak sarf ettiği çabaları, mücâhede ve riyazetleri sonucu içi saf, berrak ve cilalı bir hale gelir. Böylece kalbin ilâhî ve metafizik âlemi görmesine engel olan perdeler yavaş yavaş kalkar. Sonunda ilâhî tecelliler temaşa edilir, metafizik alan bilinir hale gelir. Mesnevi’deki Çinli ve Rum (Anadolu) ressamların hikâyesi meşhurdur.

Sarayındaki bü­yük bir salonun duvar süslemelerini yaptırmak isteyen bir hükümdar, iki ressam grubuna imkân tanır. Salon tam orta­sından bir perde ile ikiye bölünür. Çinli ressamlar durmadan boya ister ve kendi bölümlerini fevkalâde resimlerle donatırlar. Bu sırada Rum ressamların yaptığı ise, kendi duvarlarını iyice temizleyip durmadan cilalamak ve parlatmaktan ibarettir.

Verilen süre bitince, pâdişâh önce Çinli ressamların eseri­ni görür, çok beğenir. Gerçekten çok güzel ve göz alıcı şeyler yapmışlardır. Sıra Rum ressamların eserini görmeye gelince, onlar önce aradaki perdeyi kaldırırlar. Görülür ki manzara tek kelimeyle hârikadır. Karşıdaki resimler olduğu gibi, iyice par­latılmış duvara aksetmektedir. Üstelik bu yansıma sırasında daha bir derinlik, parıltı ve esrarengizlik kazanmış olur. Ve sonunda büyük ödül Rum ressamlarına verilir.

Mevlânâ diyor ki: “İki yüz çeşit renge boyanmaktansa, renksizlik daha iyidir. Oğul, Rum ressamları sûfîlerdir, onların ezberleyecek dersleri, kitapları yoktur; ama gönüllerini adam akıllı cilalamışlar, istekten, hırstan, cimrilik ve kinden arınmış­lardır. Gönüllerini cilalamış olanlar, ilâhî güzellikleri zahmetsizce görebilirler.

*

Bazen aklî felsefi yolla sezgisel-keşfi yolun kesiştiği olur. Hoş bir tarihi örnek şöyledir: Filozof İbn Sina (ö. 1037) ile sufi Ebu Said Hayr(ö. 1049) bir odaya çekilirler. Aralıksız üç gün boyunca ilmi fikri konuları görüşür tartışırlar. Toplantı sonunda Ebu Said’e sorarlar: “İbn Sina’yı nasıl buldunuz?” Cevap: “Benim (keşif ve ilhamla) gördüğümü o biliyor.” Aynı soruya İbn Sina’nın cevabı şöyle: “Benim bildiğimi o görüyor.” Bu demektir ki hakiki ilimle gerçek ilhamın vardığı sonuç bir ve aynı olabilir.

Dini-tasavvufi dille söylersek tasavvuf, “hakîkat”in peşindedir. Şeriat, tarikat, mârifet, hakîkat sıralaması meşhurdur. Bunların hepsi bir bütün olmakla birlikte aslolan hakîkate ulaşmaktır. Ceviz örneği durumu iyi açıklar. En başta cevizin dışında bir yeşil kabuk bulunur. Onun altında sert kabuk var. Sonra cevizin içi ve ceviz içinde bulunan yağ gelir. İlk ikisi kabuk, üçüncüsü öz, dördüncüsü özün özüdür. Zahir uleması kabukta kalmıştır. Arifler ise özle ve özün özüyle meşgul olurlar.

Tasavvufi bilgiye “Hakîkat ilmi” denir. Mesela Kabe’nin kitaplardan okunarak bilinmesine ilme’l-yakin, uzaktan görülmesine ayne’l-yakin yanına varılıp el sürülmesine ve tavaf edilmesine hakka’l-yakin denir.

Bir kimsenin Mekke’ye gitmesi için önce Kabe hakkında bilgisi olması şarttır. Fakat bu bilgi amaç değildir. Gaye, oraya varmak ve bilfiil ziyareti gerçekleştirmektir. Kabe’yi tavaf edip o ulvi atmosferi yaşadıktan sonra artık önceki bilgilerin fazla önemi kalmaz. Artık bildiklerini yaşar durumdadır ve asıl amaç da budur.

Tasavvuf düşüncesinde eleştirilen akıl duyular ve maddi alemle ilgili olan tecrübi ve tabii akıl değildir. Aksine bu akıl övülür. Günlük hayatımızda onsuz yapamayız. Karşı çıkılan akıl metafizik âleme ait hükümler vermeye kalkan, ilâhî hakîkati idrak iddiasında olan teorik akıldır.

Tasavvuf inanışına göre akıl alanı sınırlıdır ve bu sınırı zorlamamalıdır. Hz. Peygamber miraç yolculuğunda Sidre’ye kadar aklın sembolü olan Cebrail ile gitmiş ondan sonrasına aşk kanatlarıyla devam etmiştir.

İbn Arabi şöyle der: “Felsefe sırf felsefe olduğu için kötülenmez. İlahiyatla ilgili konularda hata ettikleri için yerilmiştir.” Mevlânâ sağır birinin hasta komşusunu ziyaret hikayesini anlatır: İyi kalpli sağır bir adam, bir gün komşusunun hasta olduğunu öğrenir. Kendi kendine şöyle düşünür:

Komşum hastalanmış, onu ziyâret etmeliyim. Ama ben sağır bir adamım, o da hasta sesi çıkmaz. Zaten hastaya malûm şeyler sorulur, malûm cevaplar alınır. Ben nasılsınız diyeceğim, o iyiyim, teşekkür ederim, diyecek. Ne yiyorsun desem, elbet bir yemek ismi söyleyecek, ben de âfiyet olsun derim. Doktorlardan kim geliyor, diye sorarsam, bir doktor adı verecek. Ben de iyi doktordur derim, olur biter, diye düşünür. Hastayı ziyârete gider, başucuna oturur:

-Nasılsınız? diye hâl hatır sorar. Hasta inleyerek:

-Ölüyorum! diye cevap verince sağır adam:

-Oh oh, çok memnun oldum, diye karşılık verir. Hasta:

-Bu ne demek, adam ölümüme memnun oluyor diye kızar. Sağır tekrar sorar:

-Ne yiyorsunuz?

Hasta kızgınlıkla:

-Zehir!. der. Sağır onun bir yemek ismi söylediğini sanarak:

-Âfiyet olsun! diye karşılık verir. Hasta büsbütün çileden çıkmıştır. Sağır adam sormaya devam eder:

-Tedâvi için doktorlardan kim geliyor? Hasta:

-Hadi be defol! Azrail geliyor, diye cevap verir. Sağır:

-Çok bilgin, tecrübeli bir doktor. İnşallah yakında çâresini bulur, deyince hasta dayanamaz:

-Kahrol! diye bağırır, sağır ise komşuluk görevini yerine getirdiği için çok memnun ayrılır.

Hz. Mevlânâ şu hatırlatmayı yapar: “Sağırın yaptığı kıyas (analoji/tasım) yüzünden on yıllık dostu ve hâl-hatır sorması hiç olup gitti. Senin duygu kulağın sağırsa, gönül kulağın açık olmalı. Gönül kulağı, her şeyi duyar, işitir.”

Burada amacım salt tasavvuf güzellemesi yapmak değildir. Biri de çıkar tamamen tasavvuf karşıtı beyanlar ortaya koyabilir. Bu konuda kendince haklı malzeme bulmakta da sıkıntı çekmez. Ama bir önemli gerçeği görmezden gelemeyiz:

Tarihimizde medreseler aklî ve naklî ilimlerin öğretildiği, tekkelerse tasavvufun yaşandığı kurumlardır. Fuat Köprülü’nün şöyle bir kıyaslaması vardır:

Medrese Allah’a karşı haşyet (korku), tekke muhabbet (sevgi) telkin ediyordu. Medrese Müslümanların bile az bir kısmını cennetlik saydığı halde tekke 72 millete bir gözle bakma alicenaplığı içindeydi. Medrese şiire iyi gözle bakmadı, musıkiyi haram saydı. Tekke vecde ve hale ulaştıran her vasıtayı raksı, musıkiyi ve şiiri benimsedi. Medrese daha dar ve sıkı kalıplar içinde oldu. Geniş halk kitleleri tekke atmosferinde daha rahat etti. Yokluklar, siyasi huzursuzluklar ve sıkıntıların bunalttığı insanlar tekkede huzur buldu. Tekke estetik düşüncenin ve uygulamanın da mekânı oldu.

Sonuç : Tasavvuf; bilgi kaynağı olarak keşif, ilham, sezgi diye isimlendirilen zengin bir alan açmıştır. Tasavvuf inanışı ve tasavvuf düşüncesinin tefekkür hayatımızda önemli bir yeri vardır. İslâm felsefesi ile tasavvuf düşüncesinin geniş bir ortak sahası bulunmaktadır. Şiirimizi, edebiyatımızı, güzel sanatlarımızı tasavvuf olmadan anlama ve yorumlama imkânımız söz konusu değildir. (Daha geniş bilgi için bk. Süleyman Uludağ, İslâm Düşüncesinin Yapısı “Sûfiye” bölümü)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.