DÎVÂN-I HİKMET SOHBETLERİ

DÎVÂN-I HİKMET SOHBETLERİ-8([1])

Sayın Başkan, değerli misafirler, hepinizi hürmetle selamlıyorum.

Hoca Ahmet Yesevî’nin çeşitli yönleri var. Başta gelen özelliği onun bir tasavvuf adamı ve Türkler arasında yayılan ilk tarîkatin kurucusu olmasıdır. Konu tasavvuf olunca, tasavvufun dünya görüşü, varlık görüşü hakkında bir iki sözle giriş yapmak istiyorum. Tasavvufi anlayışa göre kâinattaki her şey Cenabı Hakk’ın isim ve sıfatlarının birer suretle tecellisinden ibarettir. Bu isim ve sıfatlar iki ana grup altında toplanmıştır. Bunlardan birine “Cemâl sıfatları”, ikincisine “Celâl sıfatları” diyoruz. Cemâl sıfatları bizim hoşumuza giden şeylerdir. Her türlü güzellik İlâhî Cemâl’in tezahürüdür. Bizler zayıf olduğumuz için Celâl tecellileri zorumuza gider, onlara güç katlanırız. Ama şurası da bir gerçektir:  Cemâl ve Celâl yan yanadır. Niyazi-i Mısri Hazretlerinin dediği gibi:

Cemâli zâhir olsa tiz celâli yakalar ânı

Görürsün, bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ

Yani nerede bir gül açıldığını görürseniz yanında bir diken olur. Diken Celâl sembolüdür, gül ise Cemâl sembolüdür.

Şöyle hoş bir durum var, Cenabı Hakk’ın Cemâli Celâline galiptir. Öyle olmasa bu dünya varlığını sürdüremez. Kutsi hadiste “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyrulur. Bu bizim için en büyük teselli kaynağıdır. Son yıllarda ülkemiz ne yazık ki sıkça Celâl tecellilerine maruz kalmaktadır. Bizler âciz ve zayıf kimseleriz. “Lütfun da hoş, kahrın da hoş” seviyesine ulaşamadığımız için kahır tecellileri bizleri gerçekten üzüyor, rencide ediyor. Ama az evvelki kutsi hadisten hareketle, Cenab-ı Hakk’ın son tahlilde Cemâl’inin galip geleceğinden şüphemiz yoktur.

Bir de büyük başın derdi büyük olur. Yüksek dağlarda fırtınalar, boralar, rüzgârlar eksik olmaz. Allah’a şükür başımız büyük, büyük bir milletiz. Tarih boyunca pek çok imtihanlardan geçmiş durumdayız.

Celâl içinde Cemâli görebilmek diye bir anlayış da var. Bu, olgun kimselerin işidir. Şu sıralarda biraz fazlaca maruz kaldığımız ve hakikaten hepimizi fevkalade üzmekte olan Celâlî tecellilerin, sıkıntıların sonunda inşallah ülke olarak daha güzel günlerin gelmesini bekliyoruz, ümit ediyoruz. Mü’mine, Müslümana ümitli olmak yaraşır. Bunu her şeyden evvel kendi içimizde halletmemiz lazım. Karamsar bakan, kötümser olan, hep dikeni gören bir anlayışa sahip olursak; hem kendimizi üzeriz, hem de etrafımıza bu üzüntümüz yansır. Güzel bir söz vardır: “Cenab-ı Hakk’ın gülü dikenli yarattığından şikâyet etmek yerine, dikenler içerisinde gül yaratmış olmasına şükretmek daha akıllıca bir iştir.”

Konumuza gelecek olursak, Sayın Başkan Prof. Dr. Musa Yıldız Bey’i ben de tebrik ediyorum. Divan-ı Hikmet Sohbetleri düzenlemek güzel bir girişim olmuş. Hani o güzel deyim de ifade edildiği gibi; yağ var, şeker var, un var, neden helva yapmıyoruz? Musa Bey, helva karıcısı olarak böyle güzel bir gelenek başlatmış.

*

Divan-ı Hikmet metinleri 850-900 senelik metinlerdir. Tarihleri henüz 100-200 senelik geçmişe sahip olan milletler ile kıyaslayacak olursak, kültür varlığımız olarak böyle bir metne sahip olmamız her türlü takdire değer. Metinlerin otantikliği, olduğu gibi intikal edip, etmediği, başkalarının yazdıkları onun içine karışmış mıdır gibi hususlar çok da önemli değildir, bunlar teferruattır. Önemli olan işin özüdür. “Aşk imiş her ne var âlemde,
ilm bir kıyl ü kâl imiş ancak” diyor Fuzuli. Bilim adamları işin ilmi tarafı ile elbette ilgilenecekler ama oradaki ruh, oradaki aşk, oradaki muhabbet 800-900 seneden beri bütün Türk toplumlarını mayalamaya devam etmiştir. Bu, şifahi kültürün bir parçası olarak da sürüp gelmektedir.

63 YAŞ

Bu sekizinci sohbet ve sıra Divan-ı Hikmet kitabının sekizinci hikmetinde. Takdimci arkadaşımız sekizinci Hikmet’in metninin tamamını okudu. Önce bu hikmetin mesajı hakkında birkaç şey söylemek istiyorum. Söz konusu hikmette, Ahmet Yesevî Hazretlerinin 63 yaşına gelince yer altına girdiği hikâye edilir. Birkaç basamak merdivenle inilen, yeraltında kazılmış bir mekânda, kalan ömrünü geçirdiği ifade edilmektedir.

Buradaki hareket noktası nedir? Hareket noktası Peygamber Efendimizin 63 yaşında vefat etmiş olmasıdır. Ahmet Yesevî hazretleri Hz. Peygamber’e o kadar büyük bir bağlılık içerisindedir ki menkıbeye göre, “madem ki Resulullah 63 yaşına geldiğinde vefat etti, defnedildi, ona her bakımdan uymak durumunda olan bu Yesevî kuluna da bundan sonra yeryüzünde bulunmak uygun düşmez. Onun sünnetine uyarak ben de yer altına gireyim” der. Aslında sünnete uymak böyle şekli bir unsur değildir. Yaygın olan kanaate göre sünnete uymak Resulullah’ın ahlakını, yaptığı hareketleri takip etmek ve mümkün olduğu kadar kendi hayatında bunlara yer vermeye çalışmaktır. Ama dinde Peygamberin son derece önemli bir yeri vardır. Özellikle tasavvuf insanları, Allah dostları, her yönüyle Hz. Peygamber’i örnek almaya büyük önem atfederler.

Peygambere saygı, Peygamber sevgisi aynı zamanda dinin de bir gereği sayılır. “La yüminü ehadüküm hattâ ekûne ehabbe ileyhi” diye başlayan bir Hadis-i Şerif vardır. “Hiç biriniz beni anne-babasından, çocuklarından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe, gerçek mümin olamazsınız” buyrulmaktadır.

  1. PEYGAMBER SEVGİSİ

Peygamber sevgisi tek başına bazen kurtuluş vesilesi oluyor. Buhari’de geçen, Buhari’den naklen Tecrîd-i Sarihe de alınan bir Hadis-i Şerif var. Tecrîd-i Sarih’te Buhari’den seçilmiş hadisler bulunur. Benim için önemli bir kısım hadisler orada mevcut değilse de, şimdi anlatacağım hadise orada yer almaktadır. Daha evvel duyanlarınız olduğunu tahmin ediyorum.

Asr-ı saâdette Abdullah diye birisi yaşar. O kadar kötü şöhreti var ki Abdullah-ı Hımar demişler. Hımar merkep, eşek demektir. İslamiyet çeşitli yaptırımlar getirdi, yenilikler getirdi. Bunlardan birisi de içki yasağıdır. Arabistan içkinin çok içildiği bir yer. Kademe kademe içki yasağı gelmiştir, aniden gelmemiştir. İslamiyet’te böyle bir tedrîcilik de vardır ve insan fıtratına uygun bir özelliktir. Merdivenin birden ta tepesine çıkın denmiyor, basamak basamak çıkılıyor merdivenler. İşte önce “içkinin faydası da var, zararı de var; sarhoşken namaza yaklaşmayın” denilmiş ve daha sonra kesin olarak yasaklanmıştır. Ama bünye olarak buna alışan, alkolik hale gelen insanların bir kısmı bunu terk etmekte zorlanmıştır. Abdullah da bunlardan biridir.

İçki içmeyi önlemek için zecri tedbirler getirilmiş, sarhoş olarak yakalanan kimseye had cezası uygulanıyor, belli sayıda değnek vuruluyor. Bu Abdullah da zaman zaman sarhoş halde yakalanır ve kendisine değnek vurulur, sopa vurulur. Tövbe eder bir müddet içki içmez, fakat hücrelerinin tamamına sinmiş alkol alışkanlığını, bir türlü terk edemiyor, bırakamıyor. Bir gün yine sarhoş halde yakalanıp getirilir. Hz. Ömer celadetli, sert bir Müslüman’dır. Efendimize diyor ki; “Ya Resûlellah bıktık bu adamdan, ne de çok günaha batmış durumda!” diyor. Biraz da böyle beğenmez bir ifade kullanıyor. Bunun üzerine Resulullah Aleyhisselam buyuruyor ki; “Ey Ömer bu adama lânet etme. Vallahi kesin olarak bildiğim bir şey vardır ki o Allah’ı ve Peygamberini sever.” (Buharî, hudûd, 5) Yani bu sevgi onun bir takım hatalarını sanki örtüyor. Görmezden de gelmiyorlar, gereği de yapılıyor.

Abdullah çok muzip de bir insanmış, sıra dışı bir kimse. Mesela bir gün bir tulum yağ almış veresiye ve Peygamberimize hediye etmiş, onu çok eviyor ya, parası da yok. Aradan zaman geçmiş o yağı satan kimse yakalamış Abdullah’ı. “Ne biçim adamsın sen, aldın yağın bir türlü borcunu ödemiyorsun!” diye söylenmiş. Resulullah da duruma şahit oluyor. Abdullah uatana sıkıla: “Ya Resulullah şu adamın borcunu verin de gitsin” diyor. Peygamberimiz tebessüm ediyor, adamın borcunu ödeyip gönderiyor.

Peygamberimizin de belirttiği gibi, Abdullah’ın kalbi Allah ve Resûlüllah sevgisiyle doluydu. Bu rindmeşrep sahâbinin peygamberimizi güldüren hâdiseleri hep böyle lâtif idi. Resulullah bunları tebessümle karşılardı. (Bkz. Tecrîd-i Sarih Tercümesi c.12, s.254)

Neden bu noktaya geldim? Peygamber sevgisi tek başına bazen kurtuluş vesilesi olabilir. Neyzen Tevfik de böyle biri, bakın ne diyor.

Senin aşkınla gönlüm süt limanlık ya Resulallah

Kalın bu fakîre Müslümanlık ya Resulallah

İçinizde çok fazla müteşerri olup da bu ne biçim ifade diyen çıkabilir. Ama denk geldi ben de naklettim. Neyzen Tevfik de tam bir peygamber sevdalısıdır, Peygamber sevendir. Mehmet Akif Ersoy’un Safahat’ında geçer; birkaç kez tövbe etmiş, içmeyi o da istemiyor ama kurtulamıyor. Bazılarının böyle bir takım özellikleri bulunmaktadır.

MUHABBET-MUHAMMED

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl!

Harika bir beyittir bu. Bahis uzar gider. Tasavvufun varlık, hilkat görüşü de bu temele dayanır. Hak Taalâ kudsi hadiste buyurur: “Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi sevdim/istedim. Beni bilsinler, tanısınlar diye mahlûkatı yarattım.” Hadisin sıhhati tartışılır, ama bu anlamı teyit eden başka naslar bulmak mümkündür. Bu ifade tasavvuf düşüncesinin dayanaklarından birisidir. Cenab-ı Hakk’ın kâinatı yaratış sebebi O’nun zâtî muhabbetidir. Sevmiş de yaratmıştır. Bir bakıma yaratmak sevmek demektir. Bu öyle bir sevgi, öyle büyük merhamet ki; “Allah merhametini yüz parçaya ayırdı, bir parçasını yeryüzüne indirdi” deniyor bir hadiste. O bir parçasıyla bütün yaradılmışlar birbirlerini sever, muhabbet ederler. Rahmetinin kalan 99 parçasını kendi yanına ayırdı. O da ahirette, kıyamette devreye girecektir. Hakikaten yaratmak sevmektir. Annede de ilahi bir özellik vardır. Bir anne ne kadar hasta, zayıf olsa da çocuğuna karşı tarifsiz, mantıkla izah edilemeyecek son derece büyük bir sevgi, şefkat, muhabbet besler.

Hakikati Muhammediye anlayışına göre ilk yaratılan da Resulullah Aleyhisselam’ın ruhu, mânâsıdır. İlk mısra da onu söylüyor. “Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl.” Allah sevdi, kâinatı yaratmak istedi ve bir nüve olarak Resulullah’ı yarattı. İyi, güzel ama “Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl!” Ben Allah’ı seviyorum, peygamberi seviyorum deyip de dinin, ahlâkın gereklerine uymuyorsa bu kimsenin yaptığı, kuru bir muhabbet iddiasıdır.

TÜRKLERDE HZ. PEYGAMBER SEVGİSİ

Türklerde Hz. Peygamber sevgisi çok üst seviyededir. Milletimiz “Muhammed” ismini çok sevmiş, onu milli isim haline getirmiş, Muhammed “Mehemmed” olmuş sonra “Mehmed” diye söylenmiş. Saygıdan dolayı “Muhammed” şeklinde telaffuzdan kaçınmışlar. Bütün Muhammed’lere canım kurban. Fakat bunlar son dönemde Arap etkisiyle ülkemizde yaygınlaşan bir durumdur. İsmi Muhammed olanlar alınmasın, ben bir tarihi süreci anlatmak istiyorum.

Türk erkek isimleri arasında “Mehmet” en yaygın olanıdır. Ayşe, Fatma da kız isimlerinden yaygınıdır. Şu cümleler rahmetli Nihat Sami Banarlı’nın: “Mehmetçik” Türk denen şerefli milletle “Müslümanlık” denen samimi imanın potasında yoğruldu. Mehmet ismini o kadar benimsemişiz ki, askerimizin sembol ismi “Mehmetçik” olmuş. Üç kıtalı bir vatan coğrafyasında doğan Türkiye’ye ait bir terkip, bir olgun, bir aziz kompozisyondur Mehmetçik. Mehmetçik, elinde süngüsüyle beyaz hilalli bir al bayrak altında, huduttan hududa koşan efsanevi bir isimsiz kahraman. Sulh zamanlarında süngü yerine sapan kullana yağız ve sevimli fazilet adamı.

Bizde peygamber sevgisine o kadar çok önem verilmiş ki; şu hat levhasındaki derin ve ince anlayışa bakın:

Basmasa mübarek kademi rûy-i zemine

Pâk itmez idi kimseyi hâk ile teyemmüm

Teyemmümü bilmeyeniniz yoktur içinizde, suyun bulunmadığı yerde toprakla geçici olarak abdest yerine geçmek üzere yapılan bir işlem. Bakınız ne kadar güzel bir anlayış: Eğer Resulullah Aleyhisselam’ın mübarek ayağı toprağın üzerine basmamış olsaydı, toprak kimseyi teyemmümle temizlemezdi. Şairane bir düşünce! Bu da Hz. Peygamber sevgisinin bir güzel tezahürü.

Ahmet Yesevî hazretleri de şöyle demiş:

Sünnetlerin muhkem tutup ümmet oldum

Yer altına yalnız girip nûra doldum.

On sekiz bin aleme server olan Muhammed

Otuz üç bin ashaba rehber olan Muhammed.

Ahmet Yesevî de peygamber sevgisi konusunda önde gelenlerdendir. Zaten bahsettiğimiz gibi 8. Hikmetinde bu konuya ağırlık vermektedir. Konumuz sadece 8. hikmet değil ama teberrüken bu hikmetin ana fikri hakkında birkaç şey söylemek isterim.

HALVET, ÇİLE

Tasavvufta halvet, çile, erbain çıkarmak diye bir konu vardır. Bir inzivaya çekilme söz konusudur. Uzun bir bahis. İnsanın yaratılışında maddi ve manevi unsurlar bulunur. İnsan Cenab-ı Hakk’ın en mükemmel eseridir. Emaneti taşımaya dağlar, taşlar kabul etmemiş, tahammül edememiş, insan kabul etmiştir. Bu emanetin çok çeşitli yorumları var. Şöyle de yorumlayabiliriz: İnsanda hem ilahi nefha olan ruh, hem de beden sahibi olduğu için dünyevi özelliklerin yuvalandığı nefs vardır. İnsan Ahsen-i takvime de çıkabilir, esfel-i safiline de yuvarlanabilir. Ahsen-i takvim seviyesini kazanabilmesi için yaradılıştan getirdiği nefs dediğimiz, her türlü kötülüğün odaklandığı merkezi kontrol altına alması şarttır. Hasan-ı Basri “nefsin senin bileğindir; üstüne binebilirsen seni taşır, o senin üstüne binecek olursa öldürür, mahveder” der. Pek çoğumuz maalesef nefsimizin dürtülerinin peşindeyiz. Nefissiz de olmaz. Hırslar, arzular, istekler olmasa dünya hayatını götürmemiz, yaşamamız mümkün değildir. Esas olan madde ile mânâ arasındaki dengeyi iyi kurmaktır.

Bu denge hakkında Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinde şöyle bir örnek verir: “Geminin yürümesi için su lazımdır. Fakat su geminin içini dolarsa gemiyi batırır.” Dünyevi nimetler ve ilgiler olacak, tamam ama gemimizin de yürümesi lazım. Bu gemi yürüyecek. Su lâzımmış diye onu geminin içine doldurursak gemi batar. Yani para, mal, şöhret hırsı, mevki hırsı, çeşitli ihtiraslar bunlar bir yere kadar insan için lüzumdur. Ama bunu kalbimize koyarsak, hayatımızın yegâne mihveri haline getirirsek insan manen batar. İşte insanın bu manevi tehlikelerden kurtulması, yükselebilmesi için nefsini hâkimiyet altına, kontrol altına alması lazım.

Bunun da çeşitli metotları var. Bunlardan birisi de halvete girmek, çileye soyunmaktır. Tek yol bu değil ama geleneksel olarak bir kısım tarîkatlarda kullanılmıştır. Üstelik Resulullah’ın hayatında örnekleri de vardır. Biliyorsunuz, Resûlüllah Hazretleri Hıra mağarasında birkaç ay inziva hayatı yaşamıştır. Ne olmuş orada? İçine dönmüş, kendini tahlil etmiş, dış etkilerden uzaklaşarak vahiy kabul edecek bir manevi gelişmeyi sağlamıştır. İslamiyet’ten sonra da Ramazan ayının son on gününde itikâfa çekilmiştir. İtikâf Ramazan’da bir mescidin özel bir bölmesinde tefekkürle, Kur’an okuyarak vakit geçirmektir. Hz. Ayşe “Resulullah hayatı boyunca itikâf yaptı. Onun vefatından sonra da biz devam ettik” buyurmaktadır.

İşte bir bakıma çile, erbain, yer altına girmek bunun bir benzeridir diyebiliriz. Bu durum 10. yüzyıldan sonra sufilerde bir pratik uygulama biçimine dönmüş, Ahmet Yesevî hazretleri de o geleneğe uyarak (herhalde öyle olmalı) hareket etmiştir. Her konuda Resulullah’a uyma gibi bir düşünce de etkili olmuş, böylece güzel bir terkip ortaya çıkmıştır. Bugün de Yesevî külliyesinin içerisinde o yer bulunmaktadır. 1995 yılında ben gittiğim zaman henüz inşa halindeydi.

Tarîkatlar kurumlaşınca halvet bir düzene bağlandı. Halvet, erbain veya çile; üç gün, kırk gün gibi bir süreyi perhizle, ibadetle, tefekkürle geçirmek demektir. Mevlevilikte çile 1001 gündür ve dergâhta hizmetle olur. Mevlevi mutfağında hem yemek pişer, hem de Aşçı Dede oraya giren adayları yetiştirir, olgunlaştırır. 18 ayrı hizmet vardır. En sona doğru hizmetlerden birisi de tuvalet temizliğidir. Birileri tuvaleti temizleyecek. Medeniyet sembolüdür bu temizlik. Hizmetin değersizi yoktur ama insanlar hepsine izafi bir değer atfetmiştir. Tuvalet temizleme insanın içindeki benlik, gurur, kibir gibi zararlı hasletleri yok etmeye yarayan bir şeydir. Başta söylediğim gibi, bütün bunların amacı madde-mana dengesini kurabilmek ve insandaki kötü duyguları, nefsanî duyguları, kibri, gururu, çekememezliği, benlik duygusunu etkisiz hale getirmektir.

GÖRÜR GİBİ KULLUK

Nefsi öldürmek mecâzîdir. Nefs öldü mü, insan da ölür. Bizim biyolojik fonksiyonumuzun tezahürüdür. Nefsi öldürmek demek onu etkisiz hale getirmek, kontrol altına almaktır. Aslında bu bize mahsus bir şey değildir. Hint dinlerinde de vardır. Bir zamanlar bir kitap okumuştum Üçüncü Göz diye. Budistler o kadar çok manevi temrinlerde bulunuyorlar ki sonunda, nerdeyse insanlarda basiret gözü, üçüncü bir göz açılırmış. Dediğim gibi başka dinlerde de var. İnsan neye yoğunlaşırsa, neyi çok isterse samimiyetle ve gereklerini yaparsa; şu dindenmiş, bu dindenmiş diye bakmadan Cenab-ı Hakk onun neticesini veriyor.

Bizdeki ise sıradan bir nefs kontrolü değil, sonunda Cenab-ı Hakk’a vasıl olmak için başvurulan bir yoldur. Bu nasıl bir vuslat? Cibril hadisini çoğunuz duymuşsunuzdur. Cebrail insan şeklinde gelir ve Resulullah Aleyhisselam’a sorar: İslam nedir, iman nedir, ihsan nedir diye. Allah Resulü imanı, İslam’ı bildiğimiz şartlarıyla açıklar ve ihsan nedir sorusuna “En ta’büda’llâhe ke-enneke terâhu fe-in lem tekün terâhu fe-innehû yerâke.” Yani “İhsan Allah’ı görüyormuş gibi kulluk etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor” diye cevap verir. “En ta’büde” sözünü genellikle ibadet etmektir diye tercüme ederler. Yanlış değil ama eksik bir tercüme. Biz ibadet deyince sadece şekli ibadetleri hatırlarız namaz kılmak, oruç tutmak gibi. Aynı zamanda “en ta’büde” kulluk etmen demektir. İnsanlar sadece namaz kılarken mi kul? Sabah kalkıştan, akşam yatışa kadar, ömrü boyunca insan kulluğunun idrakinde olması lazım. Allah’ı görüyormuş gibi diyor hadiste. Peki, nedir Allah’ı görmemize mani olan? Allah’ı görmek ille baş gözüyle değil; O’nu içinde duymak, kendisini O’nun huzurunda bulmak, O’na yakın hissetmektir. Allah’ı görmemize mani olan şeyler deminden beri izah etmeye çalıştığım nefsimizdir, bizim dünyevi ihtiraslarımızdır, çeşitli iptilâlarımızdır, çeşitli bağlılıklarımızdır. Onları kaldırabilirsek, onları etkisiz hale getirebilirsek kendimizi Allah’ın huzurunda hissetmek içten bile değildir. “Sen çıkarsan aradan, kalır seni Yaradan” denmiştir.

İman, İslam, ihsan dinin bütününü ifade eder. İslam ibadetler, iman inanç konuları, ihsan ise ahlaktır. En önemlisi ihsan yani ahlaktır. Dini bir ağaca benzetirsek; ağacın kökü ve gövdesi iman, dalları ve yaprakları İslam, meyveleri ihsandır. Meyve ağacı meyve elde etmek için dikilir. Meyve vermiyorsa bahçıvan bir müddet sonra keser, onu odun eder. Yunus Emre öyle der:

Kur’ağacı niderler kesip oda yakarlar

Herk âşık olmadı benzer kuru ağaca

İşte dinin amacı bu ve tasavvufun da amacı bunu, bu ahlakı gerçekleştirmektir.

MENKIBELERİN DEĞERİ

Yer altına girmenin böyle bir arka planı söz konusudur. Ne kadar sürdü Ahmet Yesevî’nin halveti? Tarihi bilgilere göre 73 yaşında vefat ettiği kabul edilir ve halveti 10 yıl kadar sürmüş. Yine orada hikmetlerini söylemeye, irşada devam etmiştir. Menkıbeler bunu çok daha uzatır. 120 sene yaşamıştır der. Ahmet Yesevî’ye ait menkıbeler büyük yekun tutar. Onun tarihî hayatıyla alâkalı bilgimiz daha azdır. Menkıbe ve tarih konusunda bir iki söz söylemek isterim.

Akıl açısından baktığımız zaman menkıbeler destan, efsane, hayal ürünü diye görülür.  Pozitivist ve rasyonalist görüş sahipleri bu konulara önem vermez, hurafe derler. Menkıbelerde tarih de vardır aslında. Üstelik bizim menkıbelerimiz Yunan mitolojisi gibi değildir, mitolojiden farklıdır. Mesela Arslan Baba Resulullah zamanından itibaren emanet olan hurmayı yanağının içinde taşımış ve Ahmet Yesevî’ye teslim etmiştir. Bir insan dört asır boyunca yaşar mı? Bu sembolik bir olaydır. Bizzat hurma değildir belki o. Resulullah’ın himmeti, Resulullah’ın kendisinden sonraki nesillerde devam edecek olan irşat özelliği diye bakmak mümkündür. Tabi ki, tarihi bir kişiliği de var Arslan Baba’nın. Bugün Otrar’da onun türbesi önemli bir ziyaret yeridir. Kazaklar arasında meşhur bir söz: “Arslan Babka tüne, Hoca Ahmet’ten tile.” Arslan Baba’nın türbesini ziyaret et, orada bir gece geçir; ondan sonra Ahmet Yesevî hazretlerinin türbesini ziyaret et, ondan da dilekte bulun şeklinde bir söz yaygındır.

Menkıbeler konusunda çok hoşuma giden ve birçok yerde kullandığım, merhum Mehmet Kaplan’ın birkaç cümlesi var, olduğu gibi aktarıyorum:

“Türk kültür ve medeniyetinde Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bayram-ı Veli gibi kendilerini Tanrı’ya adamış ruh adamlarının büyük rolü olmuştur. Her Türk şehrinde hatta kasaba ve köyünde bir veya birkaç veli (eren) yatar. Onlar ilk Hıristiyan devletinin beşiği olan Türkiye’ye İslamiyet’i yerleştirmişlerdir. Bu manevi kuvvet temsilcilerine halk büyük saygı duyar. Onlara ait pek çok efsane ve keramet anlatılır. Toprağı bu nevi insanlar ve onların efsaneleri kutsallaştırır. Bundan dolayı onların tarihi ve manevi fonksiyonlarını anlayan bir aydın, halk gibi değilse bile, kendine göre onlara değer vermelidir. Batı medeniyeti eski Türk velilerinin kerametlerinden çok daha akıl almaz, saçma hikâyelerden ibaret olan Yunan mitolojisine dayanır… XX. yüzyılın akılcı ve maddeci görüşüyle, Türkiye’yi asırlardan beri kutsallık duygusuyla yaşatan ve koruyan velileri inkâr ve ihmal edersek, pek büyük bir şeyi kaybetmiş oluruz.” (Türk Milletinin Kültürel Değerleri, Ankara, 1977, s. 48)

Yunan mitolojisi ile bizim menkıbelerimiz arasında ciddi farklar vardır. Bizim menkıbelerimiz fazileti öne çıkarır, ahlaki ilkelere riayet eder, insanlara manevi bir güç, zevk ve heyecan verir. Yunan mitolojisinde envai çeşit entrika, meşru olmayan çeşitli ilişkiler vardır. Bunlar da belki bir hadisedir ama Yunan mitolojisi ile bizim menkıbelerimizi aynı kefeye koymamak lazımdır.

Her dağda bir yatırımız vardır bizim. Van’dan Viyana’ya kadar toprağı vatan yapan bu insanlardır. Geniş halk kitleleri onlara saygı duyar, ziyaret eder. Gerçek veya değil; inanırsak gerçektir. Meselâ işgal zamanlarında onların önemli işler yaptıkları ifade edilir. Manisa’da bir Ayn-ı Ali var, birçok menkıbeleri anlatılır. İstiklal Savaşı sırasında bile halk şöyle bir şey rivayet ediyor: Bir gün bir adam erkenden sabah namazına gidiyormuş, daha ortalık aydınlanmamış. Bir grup insan geçiyor, birinin ayaklarında zincir var. “Siz kimsiniz?” sorusuna “Ben Ayn-ı Ali’yim, öbürü Karaca Ahmet” cevabı gelir. Nereye gidiyorsunuz? Dumlupınar’a! Dumlupınar savaşları İstiklal harbinin en önemli safhalarından birisi.

Şimdi buna inanmanın bir zararı yok, aksine faydası var. Görüldüğü gibi, bir velinin bulunduğu yerde yeni menkıbeler de türemektedir. Yeni menkıbeler de ortaya konmaktadır. Onların kökleri sağlamdır.

Hocam geldin bize hayali, efsanevi şeylerden bahsediyorsun diyebilirsiniz. Hayır, öyle dememek lazım. İnsanların bir aklı bir de duygu yönü var. Duygu reddedilecek bir şey değildir, onun da beslenmeye ihtiyacı var.

Yahya Kemal ifadesine göre tarihi bilgilerin yüzü soğuktur. Ama menkıbede daha bir sıcaklık, daha bir etkileyicilik vardır. Büyük halk kitlelerinin menkıbelerle beslenmeye her zaman ihtiyacı vardır. Çocuklarımızı kendi menkıbelerimizle beslemezsek, onlar He Men, Superman, Avatar gibi mitoloji kahramanlarına yönelirler.

Mehmet Kaplan’ın dediği gibi, ilim adamı da belki halk gibi değilse bile, bir menkıbenin arka planını incelemek suretiyle nedir, nereden kaynaklanıyor, nedir bunun faydası gibi düşünerek ona bir değer vermesi lazım. Kaldı ki bizim menkıbelerimizin çoğunun tarihte, küçük de olsa bir dayanağı vardır.

Ben lise yıllarında Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kilit, Anahtar, Kapı, Konak serisini okurken, bunlar hayal ürünü mü diye düşündüm. Mesela bir tarihi olaydan bahsediyor, önceden bilmiyorum, merak edip araştırdım, var. Yazar bir küçük olayı almış, muhayyilesinde zenginleştirmiş, yani romandan tarih öğrenilir. Onlar bir tarih kitabı değil ama tarihten hareketle şu anlatmaya çalıştığım hususları öne çıkaran bir özellik taşımaktadır.

GÜNÜMÜZDE AHMET YESEVİ

Türkiye Ahmet Yesevî’yi 1990lardan sonra, Sovyetler Birliği yıkıldıktan sonra geniş şekilde keşfetmeye başladı. Ta 1919’da gençliğinde Fuat Köprülü Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabını yazmıştı. Önce Türk Tarih Kurumu veya onun matbaası 1960’larda bastı, daha sonra Diyanet İşleri onun tıpkıbasımını birkaç defa daha basmaya devam etti. 1991’den sonra ise, yeniden gündeme geldi.

Çoğunuzun bilmediği birkaç hususu zikretmek istiyorum burada. Divan-ı Hikmet’ten besteler yapıldı. Namık Kemal Zeybek’in hizmetlerinden birisi de Ahmet Yesevî’yi gündeme getirmesidir. Zaman zaman çeşitli çalışmalar yapıldı. Onun döneminde benim hatırladığım Ahmet Hatipoğlu’nun Divan-ı Hikmet’ten hareketle uzunca bestesi yapıldı.

Daha yeni olarak, İstanbul Cemâl Reşit Rey Konser Salonu’nda icra edilmiş zikir tertibinde Yesevî hikmetlerinden hareketle yapılmış uzun bir eser var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür AŞ CD olarak çıkardı. Bestekârı Rıza Tekin Uğurel’dir, kendisi Kütahya’da ikamet etmektedir. Sayın Başkanımızla da paylaşayım, eser, burada da bir şekilde icra edilebilir. Cemâl Reşit Rey Salonunda bayağı bir alakadar toplamış, klasik tarzda tekke usulünde Yesevî hikmetlerinden olmak üzere güzel bir icraydı.

*

Mustafa Tahralı’nın bu konularla alakalı güzel bir şiiri var, “Kadim Mânânın Rüzgârıyla” adlı kitabında yer alır (Kubbealtı neşriyâtı). Akşam bana, denk gelirse onu gündeme getir dedi. Ben de burada söylemeyi düşündüklerimden biraz fedakârlık ederek, “Bir Yeniden Doğuş” şiirinden bazı bölümler naklediyorum.

Asya’dan koptuğu günden beri, Allah yoluna

Düştü Türkoğlu, başından ulu sevdâ geçti

Saldı evlâdını bir bir Hoca Ahmed Yesevî

Rûm’a Hak âşığı erler, nice şeydâ geçti

Ölmeden önce ölüm seddini geçmiş Yesevî

Türklüğün çizdi kader hattını, kudsî, ulvî:

Şiirin tamamı uzun, şair bir ara Ahmet Yesevî’yi şöyle konuşturur:

        Bilin tevhid olur dertlere derman

        Gelin dostlar bugün tevhid edelim

        Yaratan varlığı eylemiş ihsan

        Gelin dostlar bugün tevhid edelim

        Kulluk eylen cân u dilden Hazret’e

      Hizmet yolu ilter sizi devlete

      Sen, ben diyen vâsıl olmaz vahdete

      Gelin dostlar bugün tevhid edelim

      *

Yoğrulup böylece binlerce gönül «Hikmet» ile

Dilde tevhid yürüyüp kıldı sefer ilden ile

Gāziyân geldi kılıç elde şehâdet umarak

Bâciyan koştu, gönüllerde Hudâ aşkı Burak

Oldular yepyeni bir yurda temel Abdâlân

Kurdular Rûm eli üstünde serâpâ Horasan

Tanrı aşkıyla vatan toprağı yoğrulmuştu

Ve Kızılelma, peşinden koşulan bir kuştu

Uçtu her gün yeni bir ülkeye Allah adına

Erdi uğrunda şehitler yüce Allah katına

Daha sonra Hz. Mevlânâ’yı, Yunus Emreyi konuşturur, oraları geçelim. Şeyh Edebâlî, Osman Gazi’nin rüyasını yorumlar:

 

Ulu rü’yâyı eder Şeyh Edebâlî tâbir:

“–Ey oğul, dinle ki, en doğruyu Hak Tanrı bilir

Müjde olsun sana, Allah seni sultan kıldı

Ve cihân ehline evlâdını hâkan kıldı.

Şiir şu mısralarla son bulur:

 

Türk’ün ahvâli perîşansa ümit kesme Mürîd

Bunca devrin kimi âlâ, kimi ednâ geçti

Ulu rü’yâyı gören göz görür elbet bin kez

O hakîkat gibi rü’yâ, deme hayfâ geçti.

Bizim kültürümüzde, neslimizde mademki böyle ulu rüya görenler var; o türlü rüyalar yine gerçekleşir. Ümidi kesmeyelim diyor ve Ahmet Yesevî’lerden, onun yolunda olanlardan feyiz alarak devam ediliyorsa, işte şu güzel toplantı gibi, kim bilir Türkiye’nin buna benzer yerlerinde neler vardır.

*

Deminki sözümü tekrarlayayım: Ahmet Yesevî ve onun yolundan gidenlerin heyecanını, ruhunu, onların vermek istediği anlayışı bugün canlandırabilirsek ki bunu yapabiliriz; böylece Anadolu’nun, Rumeli’nin fethindeki o îlâ-yı kelimetullah ruhunun tekrar dirilmemesi için hiçbir sebep yoktur. Bu temenniyle, bu duyguyla hepinizi hürmetle selâmlıyorum.

EK

Mustafa Tahralı’nın iman, ümit ve irfan yüklü şiirinin tamamını, baskı sırasında teberrüken buraya alıyorum.

Bir Yeniden Doğuş[2]

Nice yıllar nice Âdem ile Havvâ geçti

Her zaman başka tecellî ile dünyâ geçti

Ne tekerrür bilir eşyâ, ne zaman tekrârı

«Külle yevmin hüve fî şe’n»[3] ile eşyâ geçti

Yazdı târîhi ilâhî deveran kānûnu

Devr eden hükmüdür aşkın, nice Leylâ geçti

Tâ o Hâbil ile Kābil gününün hükmü sürer

Gerçi yıllar boyu bilmem nice dâvâ geçti

Asya’dan koptuğu günden beri, Allah yoluna

Düştü Türkoğlu, başından ulu sevdâ geçti

Saldı evlâdını bir bir Hoca Ahmed Yesevî

Rûm’a Hak âşığı erler, nice şeydâ geçti

Erdi tevhîde şahâdet getirip cümle diyâr

Ülkeden şöyle uçup Zümrüd-i Ankā geçti

*

Ölmeden önce ölüm seddini geçmiş Yesevî

Türklüğün çizdi kader hattını, kudsî, ulvî:

        Bilin tevhid olur dertlere derman

        Gelin dostlar bugün tevhid edelim

        Yaratan varlığı eylemiş ihsan

        Gelin dostlar bugün tevhid edelim

        Nefs elinden çıkar gelir belâlar

       Şirk ü isyan verir cevr ü cefâlar

       Hak’la dirliktedir cümle safâlar

      Gelin dostlar bugün tevhid edelim

       Var ise tefrika zerre misâli

      Âlemi târumar eder celâli

      Hak ile buldu her dil istiklâli

      Gelin dostlar bugün tevhid edelim

      Kulluk eylen cân u dilden Hazret’e

      Hizmet yolu ilter sizi devlete

      Sen, ben diyen vâsıl olmaz vahdete

      Gelin dostlar bugün tevhid edelim

      Hak varlığı ezel ebed âşikâr

      Kulluğunu ikrar eden etti kâr

      Dil mülkünü tevhid kılar bahtiyar

      Gelin dostlar bugün tevhid edelim

 

Yoğrulup böylece binlerce gönül «Hikmet» ile

Dilde tevhid yürüyüp kıldı sefer ilden ile

Gāziyân geldi kılıç elde şehâdet umarak

Bâciyan koştu, gönüllerde Hudâ aşkı Burak

Oldular yepyeni bir yurda temel Abdâlân

Kurdular Rûm eli üstünde serâpâ Horasan

Tanrı aşkıyla vatan toprağı yoğrulmuştu

Ve Kızılelma, peşinden koşulan bir kuştu

Uçtu her gün yeni bir ülkeye Allah adına

Erdi uğrunda şehitler yüce Allah katına

Tanrı’nın askeri olmuştu bütün Türkoğlu

Ve cihâd üstüne kurmuştu vatan Selçuklu

Oldular Haçlı’ya tevhîd ile yıllarca siper

Garp hudûdunda nöbet bekleyen aslan idiler

*

Bir nifak kurdu kemirmişti bu sağlam yapıyı

Sanki tâlih dönüp örtmüştü mübârek kapıyı

Nice bin cân ile olmuş şühedâ yurdu bu yer

Bir Moğol pençesi altında paramparça düşer

“Aynı hâl üzre de gitmez ki bu devran!” dediler

“Her kemal devri zeval devrine kurban!..” dediler

Sahte ellerdi süren kitleyi rehber yerine

Düzülen bir sürü put, halkı takar peşlerine

 

Çâresizdir sürü, olmazsa hakîkî çobanı

Ruh görünmezse tutar meydanı nefsin yılanı

İnhilâl kurdu yıkar birkaç asırlık çınarı

Açılır bir yeni terkip için eller yukarı

Şimdi kim kaldıracak boynu bükük sancağı, kim?

Aşacak kimdi, bu küfr adlı karanlık dağı, kim?

Her zaman aşmaya bir Ergenekon çemberi var!

Tâ ezel insana nefsiyle çekilmiş bu duvar.

Bir taraftan biçilirken saçılır tâne yere

Yed-i kudretle döner yer yine mâmûrelere

 

       *

Asya’dan kutlu adımlarla gelir Mevlânâ

Aşkı, feyziyle verir dillere binbir mânâ:

 

        Câna cân oldu Hudâ, aşkı şifâ kıldı bize

        Cümle dert gitti, gelip câna devâ kıldı bize

         Aşk makamdır bize, seyran kılarız aşk ile biz

        Oldu  yâr aşk bize, aşk dilde safâ kıldı bize

        Varlığın sırrını yoklukta bulur âşıklar

        Yârimiz aşkta bekā mülkü atâ kıldı bize

        İki âlem gözümüzden silinip yok oldu

        Fakra erdik de cefâ gitti vefâ kıldı bize

       Gönlümüz Şems’e dönük, bezm-i elestten mestiz

        Dinle neyden ki yanık bağrı nidâ kıldı bize

        Yüce Hakk’ın kulu, Kur’ân ve Nebî bendesiyiz

        Rabbimiz kulluğu âlemde sezâ kıldı bize

       Bin nifâk içre düşüp yandı cihânın çatısı

       Var gönül aşka, Hudâ aşkı rehâ kıldı bize

 

Aşk ezelden bir emânet ki geçer elden ele

Söylenir nüktesi dillerde gönülden gönüle

Ezelî kāidedir varlığa her an yok oluş

Varoluş sırrı zuhûruyla kanat çırpar kuş

Er gerek koymaya baş şimdi İlâhî emre

Gelir ölmüşlere can vermeye Yûnus Emre

Nice erlerle berâber o gün olmuş rehber

Seslenir şöylece Yûnus dili mânâ söyler:

Ey kardeşler gelin Hakk’a

           Bugün devran bizim oldu

           Koşun aşka, koşun aşka

           Bugün devran bizim oldu

            Belâ aşktır, devâ aşktır

           Güzel câna sezâ aşktır

           Ol cânâna duâ aşktır

           Bugün devran bizim oldu

           Ağyar seven gülmez imiş

           Aşka eren ölmez imiş

          Yârdan gayri bilmez imiş

          Bugün devran bizim oldu

          Ol dost için ikrar kıldık

          Kulluğunda karar kıldık

          Aşk ülkesin diyar kıldık

         Bugün devran bizim oldu

         Bir mürşide ikrar verdik

         Bir özge hayâta erdik

        Hoş kokulu güller derdik

        Bugün devran bizim oldu

Aşkla îman yoğurur canları tekrar tekrar

Âl-i Osman’da, nihâyette bu hal buldu karar

Gece rü’yâda muammâsı biter ahvâlin

Verilir müjdesi Osman Bey’e istikbâlin

Ulu rü’yâyı eder Şeyh Edebâlî tâbir:

“–Ey oğul, dinle ki, en doğruyu Hak Tanrı bilir

Müjde olsun sana, Allah seni sultan kıldı

Ve cihân ehline evlâdını hâkan kıldı

Hem helâlin ola, verdim sana Mal Hâtûn’u

Âşikâr oldu ki, takdir sana yazmıştır onu”

 

Bağlayıp gönlüne Osman yüce himmet kılıcı

Dikti rü’yâda ayan gördüğü muhkem ağacı

Ulu dallarla serin gölgesi âfâkı tutar

Akar altında sular tâ yedi iklîme kadar…

   *

Şu cihan ehli o rü’yâ gibi rü’yâ bilmez

Gözlerin gördüğü mâruf nice rü’yâ geçti

Evliyâdır eden ölmüşleri ihyâ biliriz

Gerçi ihyâ ile meşhûr olan Îsâ geçti

Görmeyen Hakk’ı tecellî ile her varlıkta

Yazsa târîh-i cihan, kendisi âmâ geçti

Türk’ün ahvâli perîşansa ümit kesme Mürîd

Bunca devrin kimi âlâ, kimi ednâ geçti

Ulu rü’yâyı gören göz görür elbet bin kez

O hakîkat gibi rü’yâ, deme hayfâ geçti.

NOT: Konuşmanın tamamını bu sitede “video” bölümünde yazarın kendi sesinden dinleyebilirsiniz.

NOTLAR

[1] Ahmed Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı 2016 yılında her ay “Dîvân-ı Hikmet Sohbetleri” düzenledi. Aralık ayındaki konuşmacı ben idim. Ana konu Ahmed Yesevî’nin 63 yaşında yer altına çekildiğini anlatan ve “Sabah erken pazartesi günü yere girdim / Mustafa’ya mâtem tutup girdim ben işte / Altmış üçte sünnet dedi işitip bildim / Mustafa’ya mâtem tutup girdim ben işte” dörtlüğü ile başlayan  8. Hikmet idi. Aşağıdaki metin bu sohbetin deşifre edilmiş şeklidir. Bkz.  Dîvân-ı Hikmet Sohbetleri, Ahmet Yesevî Üniversitesi yayını, Ankara, 2018, ss. 105-121[2] Mustafa Tahralı, Kadim Mânânın Rüzgârıyle, Hülbe yayını, İstanbul, 2013, s. 24-29

[3] Kur’ân-ı Kerîm, Rahman Sûresi, 29: “O (Allah) her an bir işte (bir tecellîde)dir.”Bu âyetin tefsirinde şöyle denilmiştir: «Cenâb-ı Hak her an diriltmek, öldürmek; aziz  ve zelil kılmak, zengin ve fakir yapmak; ölüden diri, diriden ölü çıkarmak; azîzi zelîl,  zelîli azîz kılmak; zengini fakir ve fakiri zengin yapmak gibi bir iştedir. Birtakım hâlleri  giderir ve yerine birtakım hâller getirir. Her an nice şeyleri var ve nice şeyleri yok eder…»

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.