Vefâtının 18. yılında HAYRİ HOCA’YI ANMA

Prof. Dr. Mehmet Demirci

Kubbealtı, 09.01.2010

Hayri Bilecik Hoca (1943-1992), şöhretten uzak, mütevâzı bir insandı. Kendisi için böyle bir anma programı düzenleme kadirşinaslığı göstermiş olan Kubbealtı yöneticilerine tebrik ve teşekkürlerimi sunarım.

Şu anda bu salonda bulunan Mustafa Uçak, Mustafa Tahralı, Mustafa Fayda, Hayri Bilecik ve bendeniz Konya İmam-Hatip Okulu’ndan sınıf arkadaşlarıyız.

İkimiz köy çocuğuyuz, Mustafa Uçak ve ben. Diğer üçü şehirli, Konya merkezden. İkisinin babası esnaf, Fayda Hoca’nınki demirci. Hayri’nin babası marangoz, maddî imkânları biraz daha iyi sayılır. Sosyal yapı ve anlayış olarak muhîtimiz geleneklerine bağlı, muhafazakârdırlar. Her biri derece derece biraz da mutaassıp.

Bu beş insanın âilelerini İmam-Hatip Okulu’nda birleştiren sebep nedir?

1950’li yıllar.. İlkokuldan sonra tahsil imkânları kıt. Ve muhafazakâr çevreler için, netâmeli, mahzurlu. Bu neden böyle? Bunun sebepleri, kökleri çok eskiye gider..

Tanzîmat’tan itibaren yüzümüzü Avrupa’ya döndürdük. Orta çağlarda kilise baskısı hayatın her alanında hâkim durumda idi; ilimde, teknolojide ilerlemeye engel teşkil ediyordu. O bakımdan Avrupa’da ilk ilmî keşif ve gelişmeler bir bakıma kiliseye karşı koyma şeklinde başladı. Ayrıca müsbet ilim ve teknolojideki baş döndürücü ilerleme insanları şımarttı. Materyalist ve pozitivist düşünce çok güçlü hale geldi. Kilise ve din karşıtlığı bilimin ve ilerlemenin ayrılmaz özelliği gibi görünür oldu.

İlim ve teknoloji kiliseyle mücadele ederek gelişti. Dolayısıyla din karşıtı bir hava doğdu. Buna göre isbat edilemeyen şey yok sayıldı. Fizik ötesi, beşer üstü âlem inkâr edildi.

Batılılaşma mâcerâmız uzun bir konu.. Batıyla “Pozitivizm”in zirve yaptığı zamanlarda içli dışlı olduk. Avrupa’da ilerleme, kilise ve Hristiyanlık karşıtlığı ile özdeşleşmişti. Bizdeki dinin, İslâm’ın kilise ve Hristiyanlık olmadığı farkedilmek istenmedi. Sonunda elit zümrelerimiz, çoğunlukla dinle aralarına bir mesâfe koydular. Batıda olduğu gibi, ilerleyebilmek için sekülerleşmek ve dinden uzaklaşmak gerektiği düşüncesi yaygınlaştı.

Sonuçta müsbet ilme, yeniliğe taraftar olmakla din ve mâneviyat karşıtlığı eşit duruma geldi. Haliyle kafalarda bir çatışma, bir travma doğdu: Yenilikçi ve modernseniz, asrî iseniz eskiyle, dinle mâneviyatla barışık olamazsınız..

Cumhuriyet idaresi bu zihniyeti aynen devraldı, hattâ bu anlayışa hız verdi. Sonunda geniş muhafazakâr kitlelerle devlet ve resmî ideoloji arasına soğukluk girdi. Bu anlayış ve ideolojinin yeni nesillere aktarıldığı yerler öncelikle okullardı. Onun için muhafazakâr halk yeni okullara mesâfeli durdu.

Esâsen okullaşma da yaygın değildi. (Bir türkücüye atfedilen sözde olduğu gibi: Urfa’da Oxford vardı da okumadık mı!) Ayrıca yoksulluk yaygındı, insanların elinde para yok denecek kadar azdı, mektep masraflarını kaldırabilecek âile sayısı fazla değildi. İstanbul’daki kaliteli yatılı okullara mahdut sayıdaki elitlerin çocukları gidebilirdi

1950’lerden sonra İmam-Hatip Okulları muhafazakâr halk kütleleri için bir çözüm olarak görüldü. (Rahmetli babam beni oraya göndermekte bile tereddüt yaşadı, ne de olsa devlet okuludur, çocuğu orada bozulabilirdi.)

İmam-Hatip Okullarına sadece fakir halk değil, orta sınıf esnaf da ilgi gösterdi. Yavaş yavaş refah seviyesi de yükselmeye başlamıştı. 1950-55 yıllarndayız, o zaman katsayı tartışmaları yoktu. Esasen kimsenin bir beklentisi de yoktu. Tamanen hasbî duygularla işler yürümekteydi. Bu okullar halkın teveccühüyle büyüdü. Binalarını dernekler yaptırdı. İmam Hatiplerin ilk nesilleri geleneksel Türk Müslümanlığını temsil etmekteydi denebilir.

Zamanla idealizm ve safiyet kayboldu. Okullar politize oldu. Hazıra konan birileri, buraları “Arka bahçe” olarak görmeye başladı.

Bahsi biraz uzattım, sebebi şu: İ.H. Okulları olmasaydı, Hayri muhtemelen ya baba mesleği olan marangozluğa devam eder veya başka bir iş kolunda esnaf olurdu.

HAYRİ HOCA

M. Tahralı, M. Fayda, Hayri ve ben ilkokuldan hemen sonra İmam-Hatibe girdik. Hayri sevimli, afacan, hareketli, kabına sığamayan bir çocuktu. İlk yıl iftihara geçti. O sene iftihara geçenleri ödül olarak Bursa ve İstanbul seyahatine götürdüler. İstanbul’a ilk gelişi böyle oldu.

Talebelik hayatı parlak geçti. Muzipti, taklitler yapardı. Boş geçen bir ders saatinde mevcut hocalardan hayali bir futbol takımı kurdu. Tahtanın önüne geçip, her bir hocanın taklidini yapıyordu. Hem anlatıp hem bizzat futbol oyununu göstererek bütün sınıfı kahkaya boğmuştu. Gürültüden dolayı ders yapamayan alt kattaki sınıftan bir hocamız kapıyı açtı da şamata sona erdi.

*

1961-1965 yılları boyunca İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde dört yıl verimli bir öğrencilik hayatımız oldu. Sâmiha (Ayverdi) Annemiz hayattaydı, sıhhatli ve enerji doluydu. Onun himâyesinde ve gölgesinde güzel günler yaşadık. Genellikle birlikte ziyarete giderdik. Yeni çıkan kitaplardan sıkça bahseder okumamızı isterlerdi. Bunlardan Hatırımda kalan bazıları şöyle:

1984, ( O zamanlar 1960’lardayız!..), George Orwell’in Hayvan Çiftliği, Hayata Hürmet,Kendine Yardım, Kalk Borusu, Bahadır Dülger’in tercüme ettiği İslamiyet’in Manevi ve Kültürel Değerleri ..

Hayri’nin çocukluğundaki taşkın enerjisi istihâleden geçti. Sâmiha Annesi ondaki kabiliyeti, gizli potansiyeli aşikâr hale getirdi. Aralarındaki mürşid-mürid münâsebetini şu manzûmenin iyi dile getirdiğini düşünüyorum:

Erenlerin sohbeti ele giresi değil,

İkrar ile gelenler, mahrum kalası değil

İkrar gerek bir ere, göz açıp dîdar göre

Sarraf gerek gevhere, nâdân bilesi değil

Bir pınarın başına, bir testiyi koysalar

Kırk yıl anda durursa, kendi dolası değil

Ümmî Sinan yol ayan, oluptur belli beyan

Dervişlik yolu heman, tâc ü hırkası değil 

Hayri Hoca “ikrar”la gelmişti, aşklıydı, muhabbetliydi. “Sarraf” ondaki cevheri işledi ve sonunda hizmet şevkıyle dopdolu, bir güzel adam oldu. Tacdan hırkadan uzak, mahviyet sâhibi bir “derviş insan” hâline geldi.

1965 sonunda mezuniyetten sonra her birimiz bir tarafta öğretmen olduk. Sâmiha Anne bizleri hep tâkip, teşvik ve taltif ettiler. Mektuplar yazdılar, bulunduğumuz yerlerde halka daha verimli ve daha faydalı olmak için yol gösterdiler

Ekrem (Hakkı Ayverdi) Amca, Sâmiha Annemize hitaben iftiharla şöyle derdi:

Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları

Baki’nin “Kanuni Sultan Süleyman Mersiyyesi”nin bir mısraı olan bu sözü sonraki yıllarda İlhan (Ayverdi) Hanımefendi de sık sık tekrarlardı:

Şemşîr gibi rûy-ı zemine taraf taraf

Saldın demir kuşaklı cihan pehlivanları

*

Hayri Bilecik’in Efendisi’ne olan aşk ve muhabbeti arttıkça arttı. Bu husus benim hep hayranlığımı mûcip oldu. Sonunda ne yapıp etti, tâyinini İstanbul’a çıkarttı, İstanbul Milli Eğitimin’de görev aldı. Asıl amacı Sâmiha Annesine yakın olmaktı. Onun gölgesinde, dizi dibinde daha çok bulunmaktı.

Doğrusu bu, fedâkârlık isteyen bir işti. Tek maaşla, bir öğretmen maaşıyla çoluk çocuğuyla İstanbul’da yaşamak, hem de Fatih semtinde oturmak, bugün zor, o gün de zordu.

Meselâ şahsen ben bunu göze alamadım. Birkaç defa niyet ettim, küçük teşebbüslerim olmasına rağmen bu şehre yerleşmeye cesâret edemedim. Bu mesele içimde bir ukde olarak halen de beni dürter durur.

Ama Hayri bu konuda daha işin başında cesur ve kararlı çıktı. O, pek de hesap kitap adamı değildi. İlk fırsatta kapağı İstanbul’a attı. Maddî bakımdan âilece sıkıntılı seneler geçirdiklerini sanıyorum. Ama ne gam!. Hayri artık huzurdaydı, huzurluydu, mutluydu.

İstanbul’un çeşitli okullarında öğretmenlik yaptı. İbadet eder gibi görev ifa etti. Sevgisini, ahlâkını, edebini öğrencilerine yansıtmaya çalıştı. Onlara dini, imanı öğretti. Allah, Peygamber ve vatan sevgisini aşıladı. Güzel insanlar kazandı.

Ayrıca yakın çevresinin çocuklarına, gençlerine Kur’an okumayı öğretti, ilmihal bilgileri verdi, “Hayri Hoca” oldu. Çocuk iftarlarında küçüklere abdest almayı, namaz kılmayı tâlim etti; onlarla güldü, zahmetlerini zevk edindi.

Kubbealtı Lügati’nin çalışmaları başlayınca önemli bir hizmet üstlendi. Başka konular yanında, dilimizdeki Arapça ve Farsça kelimelerin etimolojisi onun üzerindeydi.

Bir yandan da okumaya ve öğrenmeye devam etti. Kelimelerle uğraşmak ona yeni kapılar açtı. Elde ettiği kültür birikimini, temiz bir Türkçe ile kısa ve özlü yazılara döktü. “Mefhumlardan Tefekküre” kitabı böyle doğdu.

Onun, dilimize karşı bu içten ve aşklı ilgisi, ne bereketli bir hizmetmiş ki, bayrağı ondan sonra kızları devraldılar. Fahrunnisa Bilecik ve Nevnihal Bayar başarılı ve üretken bir dilci oldular.

*

Hayri’nin annesi Elmas Teyze, nev’i şahsına münhasır bir hanımdı. Her anne gibi oğlunu severdi ama biraz da tahakküm altına almak isterdi. Arzuları yüksek, hattâ kaprisli idi. Yaşama sevinci, hayat enerjisi olağan üstüydü. Gezmeyi çok severdi, Türkiye’de epeyce yer dolaştı. İzmir’de bizim evde de birkaç gün kaldı. Hatırladığım kadarıyla esprili ve neşeliydi.

Hayri için kız bakmak onun heveslerinden biriydi. Görücü usulüyle evlenilen zamanlarda, kız görmeye gitmeler sırasında oğlan annelerinin birkaç ayakkabı eskittiklerinde bahsedilir. Elmas Teyze gülerek şöyle demişti:

-Oğlum, ben hevesimi alamadım. Hayri ilk gösterdiğim kıza vuruldu!.. (Bu kız Neriman Hanım’dı). İslâm Enstitüsü öğrenciliği sırasında nişanlandı. İçimizde ilk evlenen o oldu.

Yüksek tahsil sırasında, Aksaray Toprak sokakta ahşap, üç odalı bir kira evinde oturduk. Kışın ısıtmak mümkün değil. Daracık bir holü var. Elmas teyze bir gün Konya’dan çıkageldi baktı, halimize acıdı; hole bir soba kurmamızı tavsiye etti. Bunun pek faydası olmayacağını söyledik, dedi ki:

-Oğlum, Türk gözünden ısınır!..

O evde 4-5 kişi kalırdık. Hayri benim sinema arkadaşımdı. O yıllarda televizyon henüz yoktu. Sinemalar hayli yaygındı, Hayri’nin yabancı ve yerli filmler ve artistlere dâir mâlûmâtı iyiydi.

Akşamları genellikle yemeği evde yerdik. Ali Yardım aşçımızdı. Hayri iştahlıydı, yemeyi severdi. Bir gün şaka yollu bir vecize söyledi: “İnsanlar hiçbir zaman doymazlar, ancak doyar gibi olurlar.”

*

Öğrenciydik, gençtik, şahsiyetimiz tam oturmamıştı. İleriki yıllarda, orta yaşlardan sonra Hayri’nin giderek ve alabildiğine olgunlaştığına şâhit olduk. Sıcacık ve sevecen bakışlarıyla insanın ta içine nüfuz eder sarıp sarmalardı. Muhabbetin, hoşgörünün, tevazu ve edebin canlı timsaliydi. İyi bir sohbet adamı hâline gelmişti.

Çok erken yaşta, 49 yaşında “irciıy” (Rabine dön) emrine uydu. Vazîfesini hakkıyla yaptığını düşünüyorum. Güzel evlâtlar, değerli öğrenciler ve sevimli hatıralar bırakarak gitti. Maddî vücûdu Merkez Efendi Kabristanı’nda, rûhaniyetli bir çevrede, sevdiklerinin yakınında hâl-i istirahatte. Öteki âlemde de huzûr-ı ilâhîde Efendisiyle cemal cemâle ve mutlu olduğunu düşünüyorum.

Rûhu şâd, makamı “İlliyyîn” olsun.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.