ZEKÂÎ DEDE EFENDİ

Prof. Dr. Mehmet Demirci

Manisa Mevlevîhanesi 14. asırdan, Saruhanlılar döneminden kalma bir yapıdır. 2001’de Celal Bayar Üniversitesi tarafından restoresi yapılıp, “C. B. Ü. Manisa ve Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü Araştırma ve Uygulama Merkezi”ne tahsis edildi. Mevlevî kültürünün tanıtıldığı bir etnoğrafya müzesi olarak kullanılıyor.

Ayrıca açılışından beri sempozyumlara, birçok bilimsel ve kültürel faaliyetlere ev sahipliği yaptı. Bu tarihi mekanda son olarak 1 Nisan 2015’te Zekâi Dede anıldı.

Adı geçen merkez ve Manisa’daki Mevlana Araştırma Kültür Sanat Derneği (MAKSAD) işbirliği ile gerçekleşen programda Ümit Yazıcı yönetimindeki İzmir Mûsiki Topluluğu Zekâi Dede’nin bestelerini icra etti. Ben de Ümit Bey’in talebiyle Zekâi Dede’iyi anlatmaya çalıştım ve şunları söyledim:

MUSİKİMİZDE BATI TESİRİ

Osmanlı Devleti duraklamış ve gerilemişti. İlimde, fende, teknolojide Avrupa bizi geçmişti. Denize düşen yılana sarılır misali, bizde batılılaşma çabaları başladı. II. Mahmut zamanında batı dünyasına kapılarımız iyice açıldı. Bundan mûsikimiz de payını aldı. Türk Mûsikîsi XIX. yüzyılda önemli değişikliklere uğradı.

Yeniçeri ocağı kaldırılınca Mehterhâne-i Hümâyun kapatıldı ve yerine Mızıkā-i Humâyûnkuruldu, 17 Eylül 1828. Başına İtalyan müzik adamı Donizetti Paşa getirildi. Burası askeri bir kurumdu, ama Osmanlı’nın yapısı gereği sivil hayatı da etkiledi. Böylece Avrupa’nın mûsikî anlayışı Osmanlı’da yer bulmaya başladı.

Güçlü olanın kültürü de baskı yapar. Bu suretle Türk mûsikisi için bir devrin bitişi ve yeni bir devrin başlaması söz konusu oldu. Avrupa sazları ve mûsikî türleri ve buna bağlı kültürel unsurlar Türk topraklarına taşınır hale geldi.

MEŞKTEN NOTAYA

Geleneksel Türk Mûsikîsinde usul meşktir, sanat ustadan çırağa aktarılarak öğrenilir. Mızıka-i Humâyûn ile birlikte nota kullanılmaya başlandı. Bunun bize faydası şu olmuştur: Türk Mûsikîsinin eserleri bu dönemden itibaren notaya alınmaya başladı.

Mûsikimizdeki bu batı etkisi, Dede Efendi gibi büyük bestekârların dikkatini çekmiştir. Dede Efendi bir yandan “Yine bir gülnihâl” adlı parçasını bestelerken, bir yandan da “bu oyunun tadı kaçtı diyerek”eskiye özlemini belirtmiştir.

Artık Türk Mûsikîsi, meşk sistemini yavaş yavaş geride bırakmaya başladı. Böylece mûsikî hafızasını zorlayıcı eserleri daha kolay ezberlenir oldu.

Mûsikide nota elbette büyük kolaylık sağlamakta, eserlerin değişip bozulmadan saklanması ve intikalini sağlamaktadır. Ama “meşk” usulünün ayrı bir değeri ve özelliği vardır. Burada hocadan öğrenilen tavır ve üslûp önemli yer tutar. En iyisi geleneksel meşk ile notayı birlikte götürmektir.

Sonuç olarak o günlerden itibaren küçük hacimli eserler sayıca arttı, bazı makamlar ve usûller artık pek kullanılmamaya başlandı. 3-4 bölümlük eserler yerini, 3-4 cümlelik parçalara bıraktı. Hacı Arif Bey, Şevki Bey gibi isimler şarkı formu akımına kendilerini kaptırdı.

ZEKÂİ DEDE

Zekâi Dede ve Muallim İsmail Hakkı Bey gibi bazı isimler ise bu akımın tersine, klasik tarzı sürdürmeye devam ettiler. Klasik tarzın son temsilcisi olarak tanınan Zekâi Dede Efendi, klasik usulde besteler yaptı. Dönemindeki değişim rüzgârına da bigâne kalmadı

Zekâi Dede’nin bu değişiklikleri yer yer kullandığı görülür. Nota yazısını öğrendi fakat meşkten vazgeçmedi.

Bestekârlığının yanı sıra Mevlevîhane’de kudümzenbaşılık ve Darüşşafaka’da Mûsiki hocalığı yaptı. Darüşşafaka önemli bir eğitim kurumuydu. Oradan mûsikişinaslar da yetişti. Zekâi Dede Efendi’nin, mûsikî üslubu onlar aracılığı ile, XX. yüzyıla taşındı. Mesela Ahmet Rasim Bey mûsikîyi Darüşşafaka’da Zekâi Dede’den ta’lim etmiştir.

Zekâi Dede 1240/ 1824 yılında İstanbul Eyüp’te doğdu. Babası Cedîd Ali Paşa Camii imamı hâfız Süleyman Hikmetî Efendi’dir. İlk öğretimden sonra hıfza başladı, bir taraftan da babasının hat derslerine devam etti. On dokuz yaşında hâfızlığını bitirdiğinde babasından da hat icâzeti aldı.

Hamâmîzâde İsmâil Dede’den ve devrinin mûsiki üstatlarından mûsiki meşk etti. Kazasker Mustafa İzzet Efendi’den sülüs ve nesih meşkettti. Mısırlı Mustafa Fâzıl Paşa’nın konağına mûsiki muallimi oldu ve 7 Haziran 1845’te onunla birlikte Mısır’a gitti, bir süre orada kaldı.

1864’te babasının vefatı üzerine onun imâmet görevi kendisine intikal etti. Bunun yanında, Eyüp’teki mekteplerde sülüs ve nesih hattı muallimliğiyle görevlendirildi ve hayatının sonuna kadar bu göreve devam etti.

MEVLEVİHANEDE

Dede Efendi, hali tavrı ve Mevlevî kıyafetiyle Zekâi Efendi’yi bir hayli etkilemişti. Bu tesirle olsa gerek imkan buldukça Yenikapı Mevlevîhanesine devam etmeye başladı. Sonunda Yenikapı Mevlevîhânesi postnişini Osman Selâhaddin Dede tarafından sikkesi “tekbirlendi”.

Mevlevîlikte Tarikata girmek isteyen tâlip gusül abdesti aldıktan sonra şeyh efediye gelir ve karşısında diz üstü oturur, şeyh onun müracaatını kabul ederse başını dizine çekip sikkesini giydirerek tekbir getirir ve her ikisi de Fâtiha sûresini okurdu. Bu olaya “sikke tekbirlemek” denirdi.

Zekâi Dede 4 yılda seyrüsülûkünü tamamlayıp Mevlevî oldu, o sırada yaşı 44’tür. 1885’te Bahariye Mevlevîhânesi kudümzenbaşılık görevini üstlendi ve vefatına kadar sürdürdü.

Zekâi Dede’ye “dedelik” unvanının tarikat çilesini doldurmadığı halde, icra ettiği kudümzenbaşılık dolayısıyla verilmiştir. Mevlevîlik’te “çile” önemli bir eğitim aracıdır, 1001 gün sürer, matbah-ı şerifte tamamlanır, oldukça zahmetli ve disiplinli bir süreçtir. Bunu başarıyla tamamlayan “Dede” ünvanını alır. Demek ki Zekâi Dedenin “dedeliği” istisnâî örneklerden biridir.

Zekâi Dede 24 Kasım 1897 tarihinde 73 yaşında vefat etti.

Talebelerinden Ahmet Avni Konuk onun vefatı üzerine yazdığı, “Ey bülbül-i hoş-nevâ hâmûş ol” mısraıyla başlayan manzumesini sûzidil makamında bestelemiştir. Zekâi Dede’nin oğlu Ahmet Irsoy (ö. 1943) son dönemin önemli mûsikişinaslarındandır.

Dinî ve din dışı mûsiki sahalarında pek çok eser besteledi. Türk mûsikisi bestekârları arasında önemli bir yeri vardır. Yetiştirdiği talebeler vasıtasıyla zengin bir repertuvarın günümüze ulaşmasında köprü vazifesi görmüştür.

Kahire’de bulunduğu sırada ünlü müzisyen Şeyh Muhammed Şehâbeddin ile görüşerek ondan Arap mûsikisinin özelliklerini öğrenme imkânı bulmuştur. Dinî mûsikinin şuğul formunda başarılı eserler vermesinin sebebi de bu ilgi olmalıdır.

BESTEKÂRLIĞI

Eserlerinde klasik üslûbun ifade özelliklerinin kuvvetle hissedilir. Geniş bir form çerçevesinde şekillenen eserlerindeki makam zenginliği onun özelliklerindendir.

Eserlerinde güfte, usul ve melodinin zevkli bir üslûpla bağdaşarak ortaya koyduğu ifade gücü hemen dikkati çeker.

Hicazkâr makamına yeni bir hareket ve seyir kazandırmış, az kullanılan bazı makamların yanı sıra bûselik ve kürdî seyirle karar eden birleşik makamlardan çok sayıda beste yapmıştır.

Dinî ve tasavvufi eserlerinin toplam 500 civarında olduğu söylenirse de bunlardan ancak 300’e yakın eseri günümüze ulaşabilmiştir.

“El-hamdü li’llâhi’llezî sultânehû na‘tü’l-ezel”, “Muallâ gavs-i subhânî” “Durmaz yanar vücudum” “Ey Hudâ’dan lutf u ihsân isteyen” “Tövbe edelim zenbimize”, “Yüce sultânım derde dermânım” “Bir muazzam pâdişahsın ki kulundur cümle şâh” mısralarıyla başlayan eserleri çoğumuzun kulağındadır.

Bilinen din dışı formdaki 131 eserinden kâr-ı nâtık, beste ve semâiler çoğunlukta olup sadece 27tanesi şarkıdır.

Zekâi Dede dinî mûsiki tarihinin önde gelen birkaç simasından biridir. Âyin, durak, tevşîh, mersiye, tesbih, şuğul, na‘t ve ilâhi formlarında bestelediği eserlerinin sayısı toplam eserlerinin yarısından fazladır.

Zekâi Dede, Mevlevîliğe intisap ettikten sonra her hafta pazartesi ve perşembe günleri Yenikapı Mevlevîhânesi’nde âyinhanlar arasında âyine katılırdı. Kendisinin beş tane âyin bestesi de vardır.

Zekâi Dede çok kısa süre içerisinde beste yapabilirdi. Birçok eserini Eyüp’teki evi ile Dârüşşafaka Mektebi arasında yürüdüğü zamanlarda bestelediğini oğlu söyler.

HOCALIĞI

Zekâi Dede Türk mûsikisi tarihinde “hoca” unvanı ile anılan pek az kişiden biridir. Dârüşşafaka’daki talebelerinden mûsikiye kabiliyetli olanları özel meşk halkasına alır, onlara pazar günleri öğleden sonra Eyüp’teki Şah Sultan Tekkesi’nin hünkâr mahfilinde, salı akşamları da kendi evinde ders verirdi.

Oğlu Hâfız Ahmet Irsoy, Ahmet Avni Konuk, Bahariye Mevlevîhânesi şeyhi Hüseyin Fahreddin Dede, Beylikçizâde Ali Aşkî Bey, Rifâî şeyhi Rızâ Efendi, M. Suphi Ezgi, Rauf Yektâ Bey, torunu Mehmet Münir Kökten, Hâfız Hayreddin Bilgen, Eğrikapılı Mehmed Efendi, Şevki Bey, Ârif Atâ Bey, Muallim Kâzım Uz, Ahmed Râsim, Hüseyin Fahreddin Tanık, Osman Şükrü Şenozan, Leon Hancıyan, Ziya Santur, Giriftzen Âsım Bey onun yetiştirdiği talebelerin en meşhurlarıdır.

XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren notaya alınarak unutulmaktan kurtarılan pek çok dinî ve din dışı sözlü eser, onun okuduğu veya öğrencilerine öğrettiği şekilde Türk mûsikisi repertuarına aktarılmıştır.

(Rauf Yektâ Esâtîz-i Elhan, DİA ve hakkında yapılan lisansüstü çalışmalardan faydalanıldı)

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.