CENNETTEKİLER

Kemal Yurdakul Aren, uzun yıllar Turgutlu, İzmir ve İstanbul’da Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yaptı. Pek çok öğrenci yetiştirdi. Emekli olduktan sonra İstanbul’a yerleşti, 77 yaşında. Kolay okunan işlek bir kalemi vardır.

Kemal Y. Aren 1950-1954 seneleri arasında Manisa Lisesi’nde okudu. O günlere ait hâtıraları Çaybaşından Manisa’ya adlı kitabıyla karşımıza çıkmıştı (Kubbealtı, 2010).

Kemal Abi, bir duygu ve gönül adamıdır, bir derviş insandır. Sâmiha Ayverdi (1905-1993) evlâtlarındandır. Bu konuyla ilgili hâtıralarından bir demeti, Cennetin Kapısındaki Kuzu isimli kitabında anlatmıştı (Hülbe, 2013). “Cennetin Kapısı”, gönül verdiği makam, “kuzu” da kendisi. Doğrusu o kitapta yazdıklarını bir solukta okumuştuk ve tadı damağımızda kalmıştı. (Bk. turgutludan-kuzu-kemal)

Bu defa Sâmiha Ayverdi’nin şefkat, iman ve irfan kadrosu içinde yer alan dokuz sîmâdan söz eden bir kitabı çıktı: Cennettekiler (Hülbe, Kasım, 2014). Kitapta her seviyeden “insan” yer alır: İlhan Ayverdi gibi bir âbide şahsiyet ve Râmiz gibi saf bir Anadolu çocuğu. Hepsinin müşterek tarafı, bir “Rahmet Kapısı’na yönelip, oradan feyiz almış olmalarıdır.

Cennettekiler kitabından bazı hikmetli ve ibretli bölümler aktarmak istiyorum. Ara başlıklar bana aittir:

BİR GÖRGÜ KURALI

Mehmet Dede’den:

“Bir tanıdığınızla veya dostunuzla karşılaştığınızda ‘Nerden geliyorsun? Ya da nereye gidiyorsun?’ diye sormayın! Ola ki size söyleye­meyeceği bir husus vardır. Bu durumda ya onu söyletip sıkıntıya sokmuş olursunuz veya yalan söylemesine sebep olursunuz. Her iki halde de günâha girer[siniz]. ‘Merhaba veya hoş geldin!’ deyin arkasını bırakın!” (s. 76)

ŞAKA İLE ÖĞRETME

İlhan Averdi Hanımefendi çocuklara takılmayı severdi:

Aliye (yazarımızın kızı) ilkokul bir veya ikide. Bir ziyareti­mizde, su mu, şerbet mi bir şey içmişti. İlhan abla: Aliyeciğim, bak bakalım, bardağın üs­tünde ne yazıyor?

Çocuk baktı baktı,

-İlhan Teyze hiçbir şey yazmıyor, dedi.

-Aliyeciğim, sen göremiyorsun. Bak ben okuyorum: Bismillâhirrahmânirrahim, yazıyor. Peki bâri altındaki yazıyı oku!

Çocuk boş bardağın altına baktı, sonra:

-Ama burada da bir şey yazmıyor ki, de­di.

-Güzelim niye göremiyorsun, bak ben okuyorum: Elhamdülillah, yazıyor, ya!…

Çocuk şaşkın, bizler mütebessim, İlhan abla ciddî:

-Güzelim şaka yaptım, elbette altta da üstte de bir yazı yok, ama biz var diye düşünü­yoruz, bardağı elimize alıp bir şey içerken Bis­millâhirrahmânirrahim deriz, bittikten sonra da elhamdülillah deriz. Ya öyle işte!… (s. 83)

DERVİŞ HİLE YAPMAZ

Suzan Abla, Cennettekilerden bir hanımefendidir, kendisini bu kapıya adamıştır. Yazarımız bir gün onun, evin karşısındaki bakkaldan pi­rinç yahut şeker her ne ise alışını anlatışına şahit olur:

“Efendiciğim, bir delikanlı tezgâhtaydı. Söyledim istediğimi. Kese kâğıdına koydu, terazinin üzerine bıraktı. Ben tartının doğru yapılıp yapılmadığına bakı­yorum. Delikanlı bunun farkına vardı bana döndü ve ne dese beğenirsiniz? “Abla merak etme, ben dervişim. Terazide hîle yapmam!” de­mez mi? Aman Efendiciğim o anda nasıl mah­cup oldum anlatamam, nutkum tutuldu, bir şey de diyemedim. Öyle de hoşuma gitti ki! Sesi çok içe işleyiciydi…” Sâmiha Annem bunu son­raki zamanlarda pek çok kardeşimize tekrar ettiler. (S. 117)

AYRILIK RÜZGÂRI

“Sabriye Abla’dan:

“Kemalciğim, ayrılık bir rüzgârdır. Ateşi az olanın ateşini söndürür, ateşi çok olanın ateşini çoğaltır.. Yanıyorum diyorsun, yan! Allah ateşini ziyâde kılsın! Sultânım Annem geçen gün bir sebeple buyurdular ki: Aşk, iki uçlu bir seriştedir. Bir ucu âşıkta, diğeri mâşukda. Bi­rinden gelen bir hareket öbürüne dalga dalga ulaşır.’ dediler. Soruna cevap olur mu acaba? Serişteyi bilir misin? İpucu, demek!” (s. 127)

YAZARIN ULVÎ KORKUSU

Sevmekten değil, sevgiyi kaybetmekten korkuyorum!

Beni sevenlerin sevgisini kaybetmekten korkuyorum.

Gözlerimdeki yaşın sebebi bu!..

İçimin, tazının ağzındaki kuş gibi, çırpın­ması ondan!

Zîra, ben sevgiliyim!… Sevilenim, seviliyo­rum.

Sevenlerimin birinin dahi sevgisini kay­betmek değil, şüphesi bile beni ölümlerden be­ter hallere gark eder. (s. 159)

AYNA

Şem’i seyret ki yanmadan yandırmadı pervaneyi!” demiş şâir!

Pervane aşık olan, şem'(mum) ise maşuk! Önce mum yanacak ki, pervane onun varlığından haberdar olsun ve gelip kapısında can feda etsin!

“Aşkın odu evvel düştü mâşûka, andan âşıka!”

Can alıcı renklere bürünüp, ruhlara şifa veren buğusunu yollamasa gül, bülbül gelir de huzurunda içler paralayan vuslat talebi niyaz­larını dile getirir mi?

Biz gülden özge koklayacak sîne bilme­dik!” diyor şair ve, devam ediyor:

Dîdâr-ı Kibriya’yı kemâliyle gösteren
“Şeyda gönülden özge bir âyîne bilmedik!”

Ya, böyle işte!… Söylemek istediğim tamı tamına bu !… Gülü gördükten, güle eriştikden sonra başka güzele niçin dönüp bakayım? O gül ki beni kendisine davet için kokusunu gönder­di, beni sevmeseydi hiç öyle nefis bir varlığı ba­na gönderir miydi? Ve, devam ediyor: “Ben yere göğe sığmadım, insan oğlunun kalbine girdim” diyen o sevgililer sevgilisi kendisini oradan ba­na gösterince de başka aynaya ihtiyacım kal­madı. (s. 159-160)

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*