Samiha Ayverdi Mektuplar–14‘te maarif konusunu işlerken yer yer Din Eğitimi hakkında da görüşlerini beyan eder. Bunlar günümüze de ışık tutacak fikirlerdir.
Ayverdi Halk Partisi iktidarının yanlış uygulamalarını söyledikten sonra şöyle devam eder: “Gerçi Demokrat Parti’nin İmam-Hatip Mekteplerini ve Yüksek İslam Enstitülerini açmak gibi, Müslüman halka bir nevi taviz vermiş olduğunu da unutmamak lazımdır. Ancak bin yıldır Türklükle Müslümanlığı perçinleyip yekvücut hale getirmiş, böylece de içtimai hayatın bütününe solüsyon halinde karışmış olan iman unsuru, vatan sathına, ne İmam-Hatip Mekteplerinden ne de İslam Enstitülerinden dağılabilirlerdi. Zira bu müesseseler, memleketin irfan hayatı içinde ada ada kalmış ve kendine münevver damgası vurmuş kütle tarafından derhal tecrit edilip bir muayyen sınıfın malı olarak etiketlenmiştir. Öyle ki batı kültürü ile beslenmiş veya onları taklit eder olmuş okur-yazar zümre nazarında derhal reaksiyon baş göstererek, din eğitimi yapan her çatı altı, bulaşıcı hastalık yayan mikrop yuvaları imişçesine, yaklaşılması tehlikeli birer karantina merkezleri hükmünü kazanmıştır.” 37
İMAM-HATİP OKULLARI
Yazar 60’lı yıllarda İmam-Hatip Okulları ve Kur’an Kurslar’nın açılması konusunda çok teşvik ve tasvip edici ifadelere yer verir:
“Türkiye Türklüğü’nü de Alem-i İslam’ı da yekpareleştirecek (birleştirecek) ve lehimleyecek bir tevhit kaynağımız bulunan Kur’an-ı Kerim’e rağmen bugünkü Türk gençliğinin maalesef iman yerine kendisini Humeyniciliğe götürecek taassupla eli kolu sımsıkı bağlanmış bulunmaktadır. İşte bu yüzden İmam Hatip Mektepleri, Kur’an Kursları, ahlak-ı Muhammediye’ye göre tedrisat yapan müesseseler olarak diyanet haritamıza yüz ağartacak elemanlar verebilecek hale getirilmelidir. Gençlik taassuptan arınmış ve ahlak-ı Muhammediye’ye dayanmış bir eğitim ve öğretimle yetiştirilebildiği takdirde memleketimizi elimizden alacak, kökünü koparacak bir kuvvet tasavvur edilemez.” (s. 75)
Ama ileriki yıllarda bunların şekilciliğe mahkum olmasından şikayetçidir. Şöyle der: “İslam insanoğlunun harcına güzel ahlak, fazilet, meziyet ve sevgi unsurları katmıştır. Kur’an-ı Kerim okumanın manası ruhi tasfiye ve tezkiye olduğuna göre, Kur’an kurslarında manevi değerlere ağırlık verilmesi şarttır. Harun-ı Reşid’in papağanı Yasin-i Şerifi ezbere okurmuş. Onun bu marifeti kendisini kuş olmaktan kurtaramadığı gibi, Kur’arı-ı Kerim‘i ezberlemek de insanoğluna ruhi ve manevi temizlik sağlayamaz.
Maalesef Kur’an Kursları, İslamın ruhunda olan zarafet ve medeni görünüşten de uzak bulunuyor. Kızların pijama üstüne giydikleri elbiseden tutun da erkek çocukların kirli takkelerine kadar, giyim- kuşamındaki, asla parayla alakası olmayan süfli kıyafetleri, bir Müslüman çocuğuna yakışmamaktadır.
İslam taassup ve çirkinlik yuvası değil, dünyaya parmak ısırtan bir medeniyet ve incelik ocağı olarak, bu imrenilecek haliyle göz kamaştırmalıdır.” (s. 301)
KÜLTÜRLÜ DİN ADAMI
Yazarımıza göre: “Din adamının görüş ve anlayış ufkunu genişletmek için, bilhassa yakın tarihi çok iyi bilmesi, içtimai ve edebi kültürü arttırması ise bir zaruret olduğuna göre faraza bir Abdülhak Şinasi Hisar’a bir Ahmet Hamdi Tanpınar’a bir Yahya Kemal’e yabancı olmaması icap eder; yerli ve yabancı klasiklere sırt çevirmiş genç için, ne hikayecilikte ne romanda ne de tiyatroda başarı bahis mevzuu olabilir.
Şu halde tekrar edelim, din adamı yetiştiren müesseselere, iman ve ahlak salabet ve ciddiyeti kazandırdıktan sonra, onlara iç ve dış kültür cereyanlarını gözleyecek pencereyi açmak ve ellerine bir mukayese malzemesi vermek gerektir.
Bugün, kütlelerin karşısına çıkacak din adamını, memleketin en seviyeli, medeni ve haysiyetli zümresi olarak yetiştirmek bir iman ve vatan borcudur.
Türk milleti, valiye, kaymakama hatta çocuğunu okutan öğretmene aşırı itimat beslemez. Onlara karşı, içinde jandarma korkusuna benzer bir çekingenlik ve gizli bir güvensizlik saklıdır. Halbuki din adamını hem sayar hem sever hem de güvenir. Büyük kütlenin bu derece bağlandığı zümreleri nasıl olur da iptidai, basit dogmaların dört duvarı arasında kendi haline terk edebiliriz?
Hele asırlardır, milli bütünlüğü parçalamakta olan mezhep ve inanç ayrılıklarını körükleyen iç ve dış düşmanlara karşı onları silahsız, kuvvetsiz, eli kolu bağlı nasıl bırakırız?”
REAKSİYON DEĞİL AKSİYON GEREK
“Acaba neden bugüne kadar, bir misyoner şuuruna varmış, ahlaklı, feragatli, hamiyetli, mücahit ve idealist din adamı yetiştirip kütle terbiyesinde bu üstün vasıfta iman ordularından istifade yoluna gitmemiş bulunuyoruz?
Şu bir gerçektir ki kütleleri dine, reaksiyonlarla değil ancak aksiyonlarla bağlamak mümkündür. Onun için de korkutmadan netice alınmaz; sevdirmek ve bir ideal heyecanı aşılamak gerektir.
İnsanları seven ve kendini de insanlara sevdiren kimsenin ise, gerek fikren, gerek hissen, elden düşme, katı ve kemikleşmiş fikirler üstünde kuluçka yatar zümreler arasından çıkamayacağı aşikardır.” ( s. 306-307)
Ayverdi bir de alıntı yapar: “Emin Işık Bey’in yazısından aldığım şu cümlelerde ne büyük isabet var: “Din eğitiminin ihmali milletimizden iki türlü intikam almaya devam ediyor. Din adına taassup ile devrim adına da inkarın kavgasını yaşıyoruz. Aslında taassup da inkar da gerçek dindarlığın yokluğundan kaynaklanarak gelişiyor.”