Mehmet Demirci
“Meslek haneleri boştu. Unvanları ise yoktu. Anaydı, bacıydı, yârdı, yarandı, evlâttı onlar. Doğan güneşe merhaba demeden işe koyuldular. Avuçlarının bereketiydi tarlalarda boy boy olgunlaşan başaklar. Ekin biçtiler günü karartıncaya kadar. Bağlar, bostanlar, harman yerleri onların varlığıyla şenlendi. Koyun kuzu güdüp, süt sağdılar. Ahırlar ile kümeslerin dilinden anlar, hükmüne ram olurlardı. Peynir, yağ, yoğurt bu nasırlı ellerin emeğiyle kıvam buldular. Buğday öğütüp, ekmek pişirdiler çarpım çarpım. Tarhana, pekmez, salça kaynattılar tekne tekne. Çay kesti, fındık, tütün topladılar günü güne ulayarak. Bağ bozumu dediler, parmaklarını hissetmeyinceye kadar çalıştılar. Bayırdan çayırdan, dereden tepeden geçerek odun, su, yük taşıdılar omuzlarında. Bir işin bitmesi, öteki işin başlaması demekti, dur durak yoktu onlara. (…) Anadolu kadınlarıydı onlar. Meslek haneleri boştu, unvanları ise hiç yoktu.”
“Nice alaca sabahlar onları ya bir beşik başında buldu ya da bir hastanın ayakucunda. Şikâyetle tanışmadılar. Ne çocuk, ne de genç olduk diye sızlanmak haklarıydı, ama haklı olmayı bir türlü idrak edemediler. Aman dileyene derman, akıl isteyene ferman oldular. Ama meslek haneleri boştu, unvanları ise hiç yoktu. Anadolu kadınlarıydı onlar.”
“Nene Hatunlar, Kara Fatmalar, Gördesli Makbuleler, Nezahat Onbaşılar, Halime Çavuşlar daha nice isimsizler… Daha nice resimsizler, daha kimler, daha kimler… ; Anadolu kadınlarıydı onlar. Meslek haneleri boştu, unvanları ise yoktu. Öylesine sessiz, öylesine âlâyişsiz, öylesine derindiler. Anadolu kadınlarıydı onlar.”
ŞİMDİ MOLA ZAMANI
Bu uzun alıntıyı yeni okuduğum bir kitabın ilk yazısından aktardım. Adı: “Şimdi Mola Zamanı”, yazarı: Belkıs Altuniş Gürsoy, Ötüken yayını (Mayıs, 2014).
Yazarını, Belkıs Gürsoy olarak uzaktan tanırım, Demek ki kızlık soyadına da yer vermiş. Zaman zaman karşılaşırız; birkaç defa panel konuşmasını ve tebliğini dinlediğimi hatırlıyorum.
Belkıs Hanım Yeni Türk Edebiyatı profesörü. Bende bıraktığı izlenim fakülte dersleri ve akademik çalışmalar, ev işleri, çocukların telâşı gibi meşgaleler arasında sıkışıp kalan biri gibiydi. Bu mecburiyetler dışında, yazı yazmak için oturup düşünecek, kafa yoracak vaktinin olmadığını düşünürdüm.
Akademisyenlerin
ERZURUM-İSTANBUL HATTI
Kendisi Erzurumlu. Erzurum, kadîm kültür ve irfânımızın mühim merkezlerindendi
Prof. Dr. Kenan Gürsoy, asil bir âileden gelme, üstün hitâbet kabiliyeti ve zerâfetiyle dikkati çeken tanınmış biridir. Belkıs Hanım, Kenan Bey’in karizması ve şöhreti sebebiyle ne şımardı, ne de eziklik duydu. Aksine, her zaman vakur, mutlu bir zevce ve saygın bir bilim kadını tavrı sergiledi.
YAZILARIN HİKÂYESİ
Kenan Gürsoy Bey Vatikan büyükelçiliği yaptı. Eşiyle birlikte bulunan Belkıs Hanım bakınız “sunuş” yazısında ne diyor: “Dört yılı deviren Roma serencâmım, yükü ağır, meşgalesi yoğun dünya seferimde bir soluklanma, bir durup dinlenme dönemiydi. Ömrüme sâkin ve huzurlu bir kesit bahşeden tâlihin bu lutfuna şükretmekteyim.”
İyi ki böyle bir “Mola Zamanı” yaşamış. Sözünü ettiğim kitaptaki yazılar bu süre içinde yazılmış. Nasıl mı? Hemşehrisi de olan eski bir öğrencisi, Belkıs Hanım’dan, internet gazeteleri için yazı ister, o da kabul eder. Böylece Erzurumnet ve Erzurumhaber adlı internet gazetelerinde yazıları çıkmaya başlar, sayıları bir hayli artar.
Bu yazılardan 75 tanesi bir araya getirilmiş ve “Şimdi Mola Zamanı” adıyla kitaplaşmış. Yazılardan beşi hikâye, dördü kitap tanıtımı 66’sı deneme türündedir. Kitabın alt başlığı “Denemeler”dir.
Kubbealtı Lugatı’nda “deneme” şöyle tarif edilir: “Bir konu üzerinde, kesin sonuca varma ve derinlemesine inceleme iddiası taşımadan serbestçe işlenmiş düşünceleri ortaya koyan eser ve yazı.”
Deneme yazıları ekseriyetle teoriktir, okunması zordur, çok kimseyi sıkar. Belkıs Hanım üslûbu ve zengin irfanıyla bu zorluğu aşmayı başarmış. Başta anlatmaya çalıştığım kültür ve irfan hamûlesinin verimleri bu yazılarda kendini gösterir. Yazarın hayat tecrübesi, birikimi ve edebî zevki de devreye girince olgun metinler ortaya çıkmış. Soyut konuları enine boyuna yazmak, zengin bir muhayyile gerektirir. Belkıs Hanım’da bu var. Geriye, iyi baskılı bu kitabı okumak kalıyor.
Yazıların tabii bir dili var. Bir zamanlar “Yaşayan Türkçe” sloganı çıkmıştı. Kitabımızın dili yaşayan, canlı Türkçenin güzel bir örneğidir.
DİLİMİZİN ZENGİNLİĞİ
“Kelâmın Kemâli” başlıklı yazı “söz”e ayrılmış: “Nice kapılar sözle açılır, sözle kapanır. Nice yaralar, iyi bir sözle iyileşir, yine bir sözle kangren olur. Söz; kırık bir gönlü teselli edebilir. Düşmüş bir kimseyi kaldırabilir. Kederli bir başı avutabilir.” Yazıda hikmetli sözlere ustaca yer verilmiş: “Her doğru söylenmez. Ama her söylediğin doğru olsun.” “Dilin zekâtı hayır söylemektir.”
Kültürümüzün sağlam kaleleri olarak şunları gösterir: “Hiç bir şartta hayattan ümidimizi kesmemek, en dar zamanlarda bile hayalin eteğine tutunmak; belki de insan olmanın bir gereğidir. Her gecenin bir sabahı, her yokuşun bir inişi olduğuna inanmak bizleri maddi ve manevi anlamda dirençli kılar. En zor durumlarda bile “her olanda bir hayır vardır” diyerek omuzlardaki yükü hafifleten; hadiseleri kontrol edemediğimiz konumlarda ise olana teslim olmayı, rıza göstermeyi telkin eden kültürümüzün dokusunda sağlam kaleler ve güçlü siperler mevcuttur.”
Dilimizin zenginliği sadedinde “el” kelimesini konuşturur: “Türkçede el dediler adıma, benden bir yığın deyim ürettiler. “Eli açık”, “eli bol”, “eli dar”, “eli uzun”, “eli çabuk”, “eli ağır”, “eli yavaş”, “ele gelmek”, “ele bakmak”, “ele avuca sığmak”, “elinde tutmak”, “el almak”, “el vermek” gibi. İnsanoğlunun mizacını ve türlü beşerî halleri anlatmakta kullandılar beni. Ayrıca “El elden üstündür”, “bir elin nesi var, iki elin sesi var”, “iki el bir baş içindir” gibi atasözleri ürettiler.”
Bir başka örnek: “Kapı dediler adına. Hem dayanak hem sığınak hem de korunaktı. Çeşitlen vardı: Dost kapısı, cümle kapısı, ekmek kapısı, dükkân kapısı, el kapısı, sokak kapısı, imtihan kapısı, mahkeme kapısı, kale kapısı, devlet kapısı, rahmet kapısı, Hak kapısı gibi.”
“Sözün Sultanı: Şiir” başlıklı yazı şöyle başlar:
“Şiir, haricî âlem ile deruni âlem arasındaki alışveriş huzmelerinin büyülü bir terkip hâlinde söze dökülmesi, kelimeler dünyasında beden bulmasıdır. Şiir, içinde cihanı saklayan kelam cevherinin süzülüp damıtıldığı altın bir sürahidir.”
GELECEĞİMİZ İYİ
Ülkemiz ve geleceğimiz hakkında ümit doludur:
“Türkiye son yıllarda iyi bir rüzgâr yakaladı. Yüzyılların kavşak noktasında önümüze düşen bu tarihî fırsatın ve lehimize dönen talihin kıymetini bilmeliyiz. Toplum o kaybettiği güven duygusunu yeniden kazanmaya başladı. Şimdilerde bize düşen aileyi ve ahlakı korumak, birlik ve bütünlüğümüzü devam ettirmek, çalışma ve üretme kapasitemizi sonuna kadar harekete geçirmektir.”
ERZURUM İNSANI
“Tanpınar, Beş Şehir’de İstanbul’u, Konya’yı, Bursa’yı, ve Ankara’yı anlatırken hep bu şehirleri şehir olarak dile getirmiş de, niye Erzurum’u yazarken bu şehirden çok bu şehrin insanlarını söz konusu etmiş?”
Belkıs Hanım bu soruyu yaşanmış bir misalle cevaplandırır:
1945-50’li yıllar olmalı. Yeni evli bir üsteğmenin tayini Erzurum’a çıkar. Kendisi önceden gidip toprak damlı, iki katlı bir evin üst katını kiralar, sonra eşini getirir. Evin eksiği bir türlü bitmez. Her gün yeni bir şey almak ihtiyacı doğar. Sonunda paraları tükenir, maaş ise daha ayın ortasını bulamadan eriyiverir. Üsteğmen sıkıntılı günler geçirir. Yakın bir arkadaşından borç istemeye karar vermişken, bir şekilde onun da zor durumda olduğunu fark eder. Çaresiz kalınca parmağındaki nişan yüzüğünü satmaya karar verir. Bir kuyumcuya gider, yüzüğünü satmak üzere uzatır. Kuyumcu, hassas terazide yüzüğü tartar ve saygı dolu bir sesle “üsteğmenim yüzüğünüzün değerini ben size para olarak vereyim. Ama siz bu yüzüğü parmağınıza geçirin. İstediğiniz zaman borcunuzu ödersiniz” der. Üsteğmen “hiç öyle şey olur mu?” derse de orta yaşlı kuyumcu o müşfik tavrıyla “niye olmasın, hem de pekâlâ olur” der.
Yazarımız üsteğmeni şöyle konuşturur:
“İlk defa gözlerimi kaldırarak bu yumuşak sesin sahibine baktım. Bu umur görmüş çehrenin dostane nazarları ile hafifledim. İçimi bir sıcaklık kapladı. Biraz evvelki gerginliğimden eser kalmamıştı. Yüzüğümü kapıp, kayıp malımı bulmuşçasına süratle parmağıma geçirirken, o bana bu alışılmamış alışverişin hesabını uzatmaktaydı. Yüreğimin minnetle titrediğini hissettim.”
Kuyumcu Mahir Bey yazarımız Belkıs Altuniş Gürsoy’un babasıdır.
Bir yanıt bırakın