Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ
Târihte Türkler’in batıya doğru devamlı bir hareketlilik içinde olduğu görülür. İslâmiyet’i kabul ettikten sonra ise, Asya içlerinden Önasya ve Balkanlar’a yönelmeleri sâdece siyasî ve ekonomik sebeplerle olmamıştır. Burada dînî ve ideolojik âmiller bilhassa dikkati çeker. Artık bu seferler “kuru gavga” için olmayıp yüce bir idealin hizmetindedir; “Îlâ-yı kelimetullah” yani Allah’ın adını yüceltme ve daha ötelere götürme düşüncesi, fetihlerde ve dini yaymada başta gelen âmillerdendir.
GAZİ-DERVİŞ
“…Türkler İslâmiyet’i iyice benimseyince, İslâmiyet ile kendi kültürleri arasında her sâhada güzel eserler veren bir sentez vücûda getirdiler. Bunların en önemlisi, eski Türk destanlarında yüceltilen “alp tipi”nin, “gazi tipi” hâline gelmesidir.”1 Müslüman Türkler’in batıya doğru akınları sırasında; fetihler, yerleşme ve İslâmlaştırma daha insanî ve medenî ölçüler içinde cereyan etmiştir. Burada “gazi-derviş” veya “alp-eren” denen zümrelerin ve bu zümrelere istikamet veren inanışın etkili olduğu bir gerçektir. “Dervişlik” ve “savaşçılık”, iki farklı, hattâ uzak kavram gibi düşünülebilir. Ama Anadolu’nun fethi ve İslâmlaşıp Türkleşmesi sırasında, bu iki anlayışın ve kavramın birleşerek yeni bir terkip oluşturduğu görülür. Türkler’deki geleneksel kahraman ve savaşçı “alp” tipinin Müslümanlıktaki karşılığı “gazi” kelimesidir. Buna bir de “dervişlik” eklenerek, “gazi-derviş” veya “alp-eren” tipi ortaya çıkmıştır.
Menkıbelerde anlatılan şekliyle Anadolu’nun fethinde vazife alan gazi-dervişler, ellerinde tahta kılıçlarıyla, baş açık ayak yalın, coşkulu bir ruh hâli içinde savaşlarda ön saflarda yer alarak askerin mâneviyatını yükseltirlerdi. (Tahta kılıç, amacın insan öldürmek değil, onu kazanmak olduğunun sembolüdür.) Bunlar kahraman, gözü pek, aynı zamanda insancıl ve sevecen duygulara sâhiptiler.
KIZILELMA
Gazi-dervişin amacı “îlâ-yı kelimetullah”tır
“Oğuz Destanı’nda Türk milletine hedef gösterilen ‘büyük nehirler ve büyük denizler’e varmak şeklindeki eski ‘Türk Kızıl Elma’sı, bu milletin Müslüman olmasından ve fütûhat nöbetini Araplar’dan devralmasından sonra yeni bir şekle dönüştü ve Türk’ün ebedî ‘Kızıl Elma’sı, ‘Îlâ-yı kelimetullah’ aşkı oldu. İşte bu aşk, Cennet-mekân Fâtih Sultan Mehmed Han Hazretleri’ne, İstanbul’u fethettirerek Resûlüllah’ın (s.as.) yok olacağını bildirdiği Bizans’ın varlığına son verdirdi.”2
Kubbealtı Lugatı’nda “Kızılelma” maddesinde aynen şunlar yazılı:
“Oğuz Türkleri’nden beri Türk cihan hâkimiyeti ülküsüne verilen isim. Kızılelma Türkler için, ne yönde olursa olsun ulaşılması gereken ülkelerin ulaşılmadan önceki sembolü olmuştur. İstanbul, Beç (Viyana) birer Kızılelma idi.” Lugat’te örnek olarak şu alıntılar var:
Şarkta olsun garpta olsun sefere çıkarken galeyana gelen asker hep “Kızılelmaya” diye bağırıyordu. Kızılema için kimi Çin kimi Maçin diyordu (Ömer Seyfeddin).
Çıktı Otranto’ya pür-velvele Ahmed Paşa / Tuğlar varsa gerek Kızılelma’ya kadar (Yahya Kemal).
Kanunî Süleyman Beç’i muhasara eyledi (1529). Ayrılırken askerlere “Kızıelma’da buluşuruz” cümlesiyle de onları okşar ve ideallerini canlandırırdı. Zira yeniçeriler arasında Kızılelma ideal ve fedâkârlıklarını ifade ederdi (Osman Turan).3
Hayat bir mücadeledir. Savaş şahsî güç ve irâdemizin dışında, bize rağmen var olan bir hadisedir. Adetâ bir tabiat kanunudur. Biz istesek de istemesek de bu mücâdele olacaktır. Yaşamak için, yenilmemek, silinip gitmemek için mücâdele şarttır. Yurtta ve cihanda sulhu sağlayabilmek güçlü olmaya bağlıdır: “Hazır ol cenge ister isen sulh ü salâh.”
Mütefekkir-yazar Sâmiha Ayverdi’ye kulak verelim: “İşte ters yorumladığımız ve bir an evvel unutmamız gereken yurtta sulh cihanda sulh diye Türk’ün elini kolunu bağlayıcı bir fikri nasıl kabul edebiliriz?
“Öyle ki Hatay bizim mi? diye soranlara Cumhuriyetimizin kurucusunun cevâbını ne çabuk unuttuk? Bu gibi sorulara Atatürk: ‘Türk’ün ayak bastığı yer Türk’ündür’ cevâbını vermiştir.”4
Müslüman Türk bu mücâdeleyi en insânî biçimde yerine getirmiştir. Allah’ın adını yüceltmek gayesiyle cepheden cepheye koşan mücâhid, ölürse şehit kalırsa gazi olacağına inanmıştır. Sırasında meleklerin, Hızır’ın, velîlerin yardımlarının kendisi ile beraber olduğunu kabul eder. Onun parolası:
Ne cân endîşesi ne nân ümîdi
İki cihanda bir Cânân ümîdi’dir
Yani can korkusu veya ekmek peşinde koşmak gibi bir düşünce onu yönlendirmemekte
ANADOLU’DA
Anadolu’nun fethi, türkleşmesi ve islâmlaşması, târihimizde çok önemli bir hâdisedir. Bu kutlu hâdisenin isimsiz kahramanları olan dervişler, gaziler mânâ erleri büyük hizmetler görmüşlerdir.
Ömer Lütfi Barkan, vakfiyelere dayanarak, bu devrin son derece aktif mutasavvıflarını
RUMELİ’NDE
Rumeli ve Balkanlar’ın İslâmlaşmasında da bu misyoner derviş gruplarının oynadığı rol büyüktür.6Gazi-dervişlerin bir kısmı Anadolu’nun uc noktalarında, yani Bizans sınırlarında yaşayan Türkmen boylarının fetihlerine katılmışken, bir kısmının da Rumeli’deki Osmanlı gazileri arasında çarpıştıkları görülür. Bunlar, hâtıraları halk arasında sürüp gelen velîlerdir.7
Düzenli ordularla Rumeli’ye adım atan Gazi Süleyman Paşa için söylenen şu beyit, anlatılmak istenen inanış ve düşüncenin bir tezâhürü sayılır:
Kerâmet gösterip halka sûya seccâde salmışsın
Yakasın Rumeli’nin dest-i takvâ ile almışsın 8
“Takvâ eli” ve ihlâs ayağıyla adım atılan Rumeli ve Balkan toprakları o kadar benimsenmiş ve sevilmiştir ki; taşı, toprağı ve nehirleriyle bile yeni îmanın temsilcisi gibi düşünülmüştür. Âşık Çelebi, mıuhteşem Tuna şiirinde şöyle der:
Kişver-i kâfirden îman ehline akub gelir
Kıbleye tutmuş yüzünü bir müselmandır Tuna.9
Ömer Seyfeddin’in “Başını Vermeyen Şehit” adlı nefis hikâyesi, bu konudaki inanışların Balkan topraklarında da devam ettiğini gösteren bir örnektir.10
Ömer Seyfeddin’e bu hikâyenin konusunu, Peçevi Tarihi’nden alarak yazmayı teklif eden, Balkan kökenli mütefekkir-şair Yahyâ Kemal’dir.
O Yahyâ Kemal ki şöyle demektedir: “Üsküp bir evliyâ şehri idi. Halkı rivâyet eder ki, ya Bağdad’ta bir evliyâ fazla imiş, yahut Üsküp’te. Ulemâ henüz bunu halledememiş.” Yahyâ Kemal tam da konumuza destek vererek şöyle devam eder: “Lâkin Üsküb’ün evliyası hep cengâverdiler. Türbelerinin duvarlarında bir insanın taşıyamacağı kadar ağır ve büyük paslı kılıçlar, kalkanlar, zincirler asılı dururdu. (Bukağılı Baba, Câfer Baba, Gazi Baba, Haydar Baba gibi).”11
Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yerinde yaptığı araştırmalar yanında, özellikle cihad defterlerindeki verilere dayanarak tesbit ettiğine göre, sadece Bulgaristan’da 174 adet tekke ve zâviye bulunmaktaydı.12Şumnu’nun içinde yer alan tekke-zâviye sayısı 12’dir ki mühim bir mikdar sayılır.13 Bunlar arasında ismi en çok bilinen bir kaç tanesi şöyledir: Haskova (Hasköy)’da Otman Baba tekkesi, Deliorman’da dağların ve yeşilliklerin arasında bir vâdi dibine gömülmüş Demir Baba tekkesi, Sofya yakınında Bâli Baba türbe ve tekkesi (son yıllarda önce yıktırılmış, yerine sembolik bir mezar yapılmıştır), Varna-Balçık arasında Akyazılı Sultan âsitanesi.14
Evliyâ Çelebi’ye göre Akyazılı, Ahmet Yesevî halîfelerindendi
SARI SALTUK
Balkan Müslümanlığında yeri olan derviş-gazilerin en meşhuru Sarı Saltık’tır. Bir prototip olarak onu daha yakından tanımakta fayda vardır.
Balkanlar’ın İslâmiyet’le tanışması On üçüncü yüzyıla dayanır. Dobruca bölgesine gelip yerleşen Sarı Saltuk ve arkadaşları Müslümanlığı buralara getirmişlerdir.17 Yahya Kemal’in “Mâverâda Söyleniş” adlı şiiri şu mısrâlarla başlar:
Geldikti bir zaman Sarı Saltık’la Asya’dan
Bir bir Diyâr-ı Rûm’a dağıldık Sakarya’dan18
Bugünkü bilgilerimize göre Sarı Saltuk, Anadolu Selçukluları’nın inkıraz devirlerinde (XIII. yüzyılda) yaşar. Başlangıçta Sinop’ta, sonra Kefe’de bulunur. Bilâhare Tuna kıyılarında ve Edirne’de karar kılar. Buralarda 40 sene kalarak Rumeli’yi İslâmlaştırmayı başlıca gaye edinir. Sonradan Osmanoğulları zamanında bu bölgenin müslüman diyarı olacağını kerâmet gözüyle anlar ve adamlarına müjdeler.19
Sarı Saltuk’un tarihî kişiliğinden çok menkıbevî şahsiyeti önem taşır. Onun bu yönünü, Cem Sultan’ın isteğiyle Ebu’l-Hayr Rumi’nin derleyip kaleme aldığı “Saltuk–nâme” adlı kitaptan öğreniyoruz.20 Osmanlılar’ın XV. yüzyıldaki Rumeli fetihlerinin menkıbevî hikâyeleri de Sarı Saltuk’a mal edilerek Saltuk-nâme’ye konmuştır. Buna göre Sarı Saltuk: a) Kerâmetler gösteren bir velî, b) Kâfirlerle savaşan bir gazi, c) Cinlerle ve devlerle uğraşan bir masal kahramanıdır.21 O, yabancıların dillerini ve dinlerini bir râhip kadar bilir; türlü türlü yollarla onların şehirlerine, kiliselerine, hükümdar saraylarına girer. Rahip kıyafetleriyle kiliselerde vaazlar verir. Çeşit çeşit kerâmetler gösterir. Dört kitabı hatmetmiştir. Kur’an’ın yanı sıra İncil’i de ezbere okur.22
Sarı Saltuk amacını gerçekleştirmek için öyle büyük bir ideal ve inanca sahiptir ki, bu uğurda cenâzesinin bile vazîfe görmesini sağlamıştır. Şöyle ki: Saltuk ölümünden sonra gömüldüğü yerin tam olarak bilinmesini istemez. Oğullarına şunu vasiyet eder: Vefat edince yedi ayrı tabut hazırlayacaklard
Sarı Saltuk’un mezar , makam veya türbelerinin sayısı “yedi” rakamını çoktan aşmıştır. Okiç, bunları şöyle sıralar: 1. Arnavutluk’ta Kroya (Akçahisar)’da, 2. Ohri Gölü kenarında Sveti Naum Manastırında, 3. Kosova ile Arnavutluk sınırı arasındaki Has bölgesinde, 4. Bona’da Mostar civarında Blagay köyünde25, 5. Yunanistan’da Korfu adasında, 6. Romanya’da Babadağı şehrinde, 7. Dobruca’da Kaligra’da, 8. Türkiye’de Edirne-Babaeski’
“Babadağı”, adını Sarı Saltuk Baba’dan almıştır. Osmanlı padişahlarından II. Bayezid Saltuk Baba’nın türbesini tamir ettirerek yanına bir câmi yaptırmış ve geniş arazi vakfetmiştir. Kanuni Süleyman, Boğdan seferi sırasında (1538) burada bir kaç gün kalmış ve türbeyi ziyaret etmiştir.27
Dobruca/Kaligra’
Biraz da târih diyelim: “Gazi Süleyman Paşa’nın 1350’li yıllarda Gelibolu’ya geçişi ile başlayan süreç, Gazi Evrenos Bey aracılığıyla Batı Trakya’nın (1361) fethiyle devam etti. Ama bu bölge için asıl kalıcı Türk etkisi, I. Murad’ın Kosova zaferi ile sağlandı (1389). Kanuni dönemine kadar devam eden fetihlerle bölge büyük oranda Türk yönetimine geçti. Hattâ Osmanlı Devleti başlangıçta büyük oranda Bir Avrupa devleti olarak kurulmuştur dense yanlış olmaz.”29
GÜLBABA
Târihimizde bir kaç tane Gül Baba’mız vardır. Bunlar arasında, gazi dervişlerden, evlâd-ı fâtihandan, bugün Macaristan topraklarındaki türbesiyle nöbet tutan Gül Baba’dan kısaca söz edelim. Gülbaba aslen Isparta Uluborlu veya Merzifonlu’dur. Kanuni’nin daveti üzerine Budin seferine katıldı (1541). O sırada şehit düştü ve oraya defnedildi.
Evliyâ Çelebi’ye göre bir çok savaşlara katılmıştır. Budin’in fethini müteâkip kılınan cenâze namazına çok sayıda asker ve bizzat pâdişah katılmıştır. Türbesini ziyâret eden Evliyâ Çelebi (v. 1095/1684) şöyle der: “Dervişleri gazâya gider, yaz kış meydanlarda çeşitli şamdan, çerağ, kandiller, buhurdanlar ve gülâbdanlar vardır.” Tekkenin duvarına Evliyâ şu beyti yazdığını söyler:
Âşık u sâdıkım ettim ziyâret ben gedâ
Bülbül-i gûyâ gibi efgan edem ey Gülbaba
Duvardaki başka bir beyti de nakleder:
Merzifon’dan gelerek tuttu vatan
Şah Süleyman zamanında Gül Baba
Budapeşte’deki Gülbaba türbesi Osmanlı Türk hâkimiyetinin günümüze kadar ulaşan hatıralarından biridir. Macarların gösterdiği ilgi ve Türkiye’nin desteği ile bugün bakımlı haldedir. Doğu Avrupa’da tarihimizi ve mâneviyâtımızı haysiyetli bir biçimde temsil etmektedir. Tarihimizdeki Alp-eren’lerin Gazi-dervişlerin canlı bir timsâli olan Gül Baba, bugün de bizleri onların şanlı dünyâsına götürmektedir.30
AKINCI VE DERVİŞ ELELE
Yahya Kemal’in Akıncı şiirini bilmeyenimiz yoktur:
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan.
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla..,
Cennette bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Rumeli fetihlerinde Akıncılar’ın rolü büyüktür. Bunlar gruplar halinde düşman toprağına dalar, savaşta her türlü zorluğa göğüs gerer, çok kere gözünü kırpmadan bile bile ölüme giderlerdi. O günlerden on altıncı asırdan kalma bir akıncı Türküsünde şöyle denir:
Çadırlar toplansın tuğlar dikilsin
Tehlil sadâları arşa yükselsin
Sancak başa geçsin, tekbir çekilsin
Uzanalım yine Macar iline
Bu akıncılar o heyecan ve ruhu nasıl kazanmışlardı? Mustafa İsen Bey’e kulak verelim:
“Serdengeçti akıncılar yanında özellikle onları gazâya teşvik edecek, gaziliğin ve şehitliğin fazîletlerini nakledecek, onlara moral verecek, onları rûhen besleyecek kişilere ihtiyaç vardı. Medreselerde yetişmiş, işin daha çok zâhirî tarafıyla ilgili bilginler bu rolü yerine getiremezdi. Bu işi, kışın kışlaklarda, baharla birlikteyse akıncılarla birlikte coşup taşan yarı meczup ermiş şâirler, dahası Anadolu’nun tamamlanan fethiyle artık faaliyetlerine Rumeli’de devam etmekte olan Horasan Erenleri yerine getirebilirdi. Kısacası akıncıların nasıl kendilerini çekip çevirecek komutanları varsa, bu konudaki insanları yetiştirecek kurumlarda da mihver şahsiyetler olmalıydı.”31
M. İsen burada Şeyh Abdullah İlâhi’yi (ö.1491) örnek verir.32 Onu Akıncı Beyi Evrenosoğlu Ahmed Bey Yenice’ye getirtmiştir. Kendisi bu şehirde yaşayan aydınları tesiri altına bir merkez şahsiyet olmuştur. Bu ve benzeri merkezlerden feyz alan şâirler, hür bir derviş duyarlığı içinde, sâhip oldukları birikimi, gazâ heyecanını akıncılara aktarıyor, böylece bu mânevî hava onlara bir motivasyon kaynağı oluyordu.
İşte bu türe giren şairlerden biri Sûzî Çelebi’dir. 16. asrın ilk yarısında yaşadı, Prizren doğumludur. Önce ilimle uğraştı, sonra vazgeçti. Nakşbendî tarîkatine mensup “derviş-sıfat, sâhib-i mârifet” bir kimse idi. Mihaloğlu Ali Bey’in ettiği gazâları 15 bin beyit tutarında bir eser olarak yazdı.33
Bu eserde konumuza ışık tutan hoş beyitler vardır. Meselâ şenliğe gider gibi savaşa gidilir:
Yöneldi fisebilillâh gazâya
Tevekkül kıldı cân ila Hüdâya
Ne cân endîşesi ne nân ümîdi
İki cihanda bir Cânân ümîdi
Zihî âşık zihî gazî-i sâdık
Bu gazidir olan Dîdâr’a lâyık
Şehitlik güzeldir:
Cihanda olan hemîn Cânan içindir
Belî, erkek koyun kurban içindir
Döşekte can çekişmek key belâdır
Kılıçtan yara irmek hoş safadır
Şanı her bir vücûdun çün ademdür
Şehîd olmak bugün demdür kademdür
Şehîd içün bezendi bâğ-ı Rızvan
Şehîd içün donandı hûr u gılmân
Şehîde hûn-bahâ cennet değül mi
Ne cennet Hazret-i İzzet değül mi
Bu yolda can veren sanma ölüpdür
Ki “Bel ahyâü” onlara gelüpdür
Dinilmez bunların zevk u safâsı
Buların “yürzekun”dürür gıdâsı
Şehîdin türbesi kandilidir mâh
Şehidin nur iner kabrine her gâh
Sayı azlığından korkmamalı, ateşin bir kıvılcımı cihânı yakmaya kâfidir:
Bir Türk azdır deyû etme bahâne
Od’un bir şûlesi besdür cihâne
Bu leşker her biri bir ejderhadır
Bu iklime Hudâ’dan bir gazâdır
Mânevî yardımcılar vardır:
Ricâl-i gayb irüp oldu kafâ-dâr
Gerek bu leşkere ol resme dün-dâr
Yedi kat yer hevâya ağsa düpdüz
Bu leşker üzre kondurmaz idi toz
Tuna’ya girdiler ol hâs erenler
Gazâ deryâsına gavvâs erenler
Kerâmet gösterip halka ayân ol
Suya batmaz ider tayy-ı mekân34
TUNA
Tuna Balkanların sembol nehirlerinden biridir, o bir “nehr-i azîz”dir.35 Yahyâ Kemal “Türk’ün gönlünde dağ varsa Balkan’dır, nehir varsa Tuna’dır” diyor. Falih Rıfkı’ya göre: “Tuna Osmanlı Türklüğünün bağrından akar, bu tarihi neresinden dinlerseniz, onun çağıltısını duyarsınız.” Sâmiha Ayverdi ise Boğaziçi ile Tuna’yı yekvücud kabul eder.
Akıncıların, gazi dervişlerin, şâirleri hem sevindirmiş, hem de üzmüştür. İhtişam devirlerimizde Âşık Çelebi’ye şöyle söyletmiş:
Kişver-i kâfirden îman ehline akub gelir
Kıbleye tutmuş yüzünü bir müselmandır Tuna
Habs-i kâfirden boşanmış gibi zincirin sürür
Şâh-ı İslâm’a gelür bir ehl-i îmandır Tuna
Hâk-i pây-ı şâha yüz sürmüş ider her dem duâ
Hem-zebândur Âşık-ı zâra senâ-hândur Tuna36
Sûzî Çelebi ise Tuna’ya biraz sitemle bakar:
Ne bîgâne bilür ne âşinâyı
Aceb kim vasfeder kanlı Tuna’yı
Akar şâm ü seher seyli şafak-reng
Bu hûni bahre benzer k’oldu hem-reng
Bu bir sudur ki başdandur habâbı
Bu bir cûdur ki hûn-i dildir âbı
Destan şâiri Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu “Rum Gazileri”ni anlatır:
Kırarlar belini ehl-i salîbin
Yüksünmek, usanmak, gınâ bilmezler
Doğarlar ufkuna Kızılelma’nın
Alçacık dallara konabilmezler
Öyle bilirler ki, Tuna’dan abdest
Alabilmeyince yunabilmezler
Hem de sanırlar ki, Nil sularından
İçebilmeyince kanabilmedzler
Bunlar ve nicesi evvelkilerden
Cennet-mekândırl
Estergon, Tuna’nın dirsek yapıp Macaristan içine döndüğü yere yakın sarp bir tepenin üzerine kurulmuş bir kale şehri. Savaşlar sırasında fethi zor, fakat savunması kolay olurmuş. «Estergon Kalesi» adlı türkü de Estergon’un kaybedilmesi üzerine söylenmiş, hüzün ve hasret dolu mısralar ihtivâ eder. Bestesi de hamâset, keder ve özlem dolu duygularla yüklüdür:
Estergon Kalesı subaşı durak
Kemirir gönlümü bir sinsi fırak
Gönül yar peşinde yar ondan ırak
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon Kalesı subaşı kaya
Kemirir gönlümü aşk denen belâ
Üftâdeni hoşgör gel etme cefâ
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım.
Estergon Kalesı subaşı hisar
Baykuşlar çağrışır bülbüller susar
Kâfir bayrağını burcuna asar.
Akma Tuna akma ben bir dertliyim
Yar peşinde koşan kara bahtlıyım
SONUÇ
Rumeli yakası “dest-i takvâ” ile alınmış, “îlây-ı kelimetullah” şuuru bu topraklarda yeniden ete kemiğe bürünmüştür. Malazgirt’le başlayan”Kızılel
Her ne kadar Estergon Kalesi’nde artık “baykuşlar çağrışır bülbüller susar” olsa da Rumeli toprakları, geride bıraktığı kültür mîrâsıyla gönlümüzde her zaman müstesnâ bir yere sâhiptir.
(Bu metin, Celâl Bayar Üniversitesi’nin düzenlediği “Balkanlarda Türk Varlığı” sempozyumunda (Manisa,13. 05.2010) sunulan açılış teblîğinin kısmen güncellenmiş şeklidir.)
Bir yanıt bırakın