Prof. Dr. ALİ YARDIM: BİR MİLLÎ KÜLTÜR FEDÂÎSİ

Prof. Dr. Mehmet DEMİRCİ

Prof. Dr. Ali Yardım (1939 – 02.01.2006) Alanya Oba köyünde doğdu. 3-4 sene Konya ve Kayseri’de medrese usulünde dersler görüp, Arapça ve temel İslâm ilimlerinde yetişti. 1954’te girdiği Konya İmam-Hatip Okulu’nda orta tahsilini tamamladıktan sonra, 1965 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi. Kayseri ve İzmir Yüksek İslâm Enstitülerinde hocalık yaptı. 1982’de bu enstitüler fakülteye dönüştü. Ali Yardım Dokuz Eylül Ü. İlâhiyat Fakültesi’nde akademik kariyer basamaklarını tamamladı.

Ali Yardım Hadis hocasıydı. “Hadis” kısaca Peygamber bilgisi demektir. Hz. Peygamber’in sözleri, işleri ve çeşitli davranışlarıyla ilgili bilgilerin bize kadar gelen sözlü ifadelerine “hadis” denir. Hadisin bir de tabir caizse “hal” yönü vardır. Ali Bey kitapta ve teoride kalmadı. Hadîs’i hayata geçirdi, kendi hayatında da hâl edindi. Hz. Peygamber’in hâliyle hallenmeye önem verdi. Ali Bey “îmânın tadı”nı bulanlardandı. Allah’a sonsuz bir îtimâdı ve sevgisi vardı. Yeri geldikçe ve sıkça şu sözü tekrarlardı: “Zamânın sâhibi Allah’tır.”

Bilinçli bir millî kültür hayranlığına ve ileri derecede millî duyarlığa sahipti. Bu duygulara nasıl sahip olduğunu düşününce hatırıma şunlar geldi: Konya İmam-Hatip Okulu’nda bir ara dersimize Agah Oktay Güner gelmişti. Milliyetçilik idealini o aşıladı. İstanbul’da Sâmiha Ayverdi Hanımefendi’nin irfan halkasına dahil oldu.Tarih sevgisini kültür milliyetçiliğini, yaşanan ahlâkı, hizmet eri olmayı kendisinden öğrendi. Ali yardım Sâmiha Ayverdi’yi en iyi anlayanların başında gelir.

Bu menbâlardan alıp içselleştirdiği millet ve devlet sevgisi yıllar sonra ona şöyle söyletecektir: Henüz beş yaşlarında iken bir gün annesiyle ilçe merkezi Alanya’ya gitmiştir. Karşılaştıkları bir polis memuru küçük Ali’nin başındaki yeni örülmüş yün külâhı alır ve hışımla: “Bunu bir daha giyersen seni cezalandırırım. Hadi bakayım, bir daha görmeyeceğim!” diye gözdağı verir. Böylece şapka kanunu hatırlatmış olur. Ali korkar ve şaşırır. Bazılarının yaptığı gibi tam da istismâra ve devlet karşıtlığına müsâit bir konu değil mi? Fakat onun devlet sevgisi buna izin vermez, şöyle der:

“1944’te bana bir külâh borcu olan devletim, 1993’te Profesörlük Cübbesi ile bizi taltif etmiş bulunmaktadır.”1

Aslında ciddi bir Ali Yardım monografisi yazılabilse ne iyi olur. Kendisi ülkemizde Fetret devrinden sonra yetişmiş ciddi bir “âlim” örneğidir. Her şeyiyle “yerli” ilim adamı tipidir. Hakk Dini Kur’an Diliadlı değerli tefsir kitabının müellifi Elmalılı Hamdi Yazır’ı çok sever ve takdir ederdi. Tefsirinin ön sözünde, her şeyi bu topraklarda öğrendiğini iftiharla anlatan Hamdi Yazır’ın bu ifadelerini Ali Bey yeri geldikçe tekrarlardı.2 Kendisi de aynen öyleydi. Yerli ve milli idi. Tam da Yahya Kemal’in dediği gibi “kökü mâzîde olan âtî” idi.

BAŞ ESERİ

Ali Yardım’ın Peygamber sevgisi, onun baş eseri olan “Peygamberimizin Şemâili” adlı kitabında buram buram tüter, elle tutulur gözle görülür bir şekilde ifâde bulur. Bu kitapta Hz. Peygamber’in beşerî ve insânî tarafı ele alınır. Ama Ali Yardım açıklamalar kısmına büyük bir dikkat, incelik ve ustalıkla öylesine güzel şeyler sığdırmıştır ki bütün bunların anlatılması bu satırlara sığmaz. Bu kitapta din var, îmânın tadı var; sevgi, muhabbet aşk var. İslâm’dan beslenen Türk kültürü var, “Türk müslümanlığı”nın derin kökleri ve yansımaları var.

Hz. Peygamber’in isimlerinden “Muhammed ism-i şerîfi”ni anlatırken konuyu millî zemîne çeker ve şöyle der:

“Türkler, “asker millet” olarak bilinirler. Askerlik, onun âdetâ sembolü olmuştur. Bu müessesenin en küçük birimi ise erlerdir, bu “er”in adı ise “mehmetçik”tir.

Mehmetçik, Muhammed’in askeridir. Ta Bedir’den ve Uhud’dan beri elden ele aktarılan “Îlâ-yı Kelimetullah” sancağı; Malazgirt’le Anadolu’ya, Niğbolu ve ve Mohaç’la Balkanlar’a, Feth-i Mübîn ile İstanbul’a, Çaldıran ve Ridâniye ile şirâzesinden çıkmış İran ve Mısır’a, Çanakkale ve Sakarya ile harîm-i ismetimize iffetsizce girmiş olan Yunan’ın beynine ve nihayet Kıbrıs Harekâtı ile de Mehmetçiğin taşıdığı sancağın pörsüdüğünü sanan Palikarya’nın burçlarına, hep o mayası olan sağlam duâlı Mehmetçik eliyle dikilegelmiştir.

O isim ve bu unvan, onun yegâne teminâtıdır. İsim ile müsemmâ arasında ancak bu kadar özdeşlik olabilir.”3

Hasîs-I-II adlı kitabında “Hadîsin Coğrâfî Merkezleri” ana başlığı altında “Horasan ve Mâverâünnehir Bölgesi”ni anlatırken milletimizin özellik ve fazîletlerine değinir:

“Peygamber nesli, bir a r a y ı ş’ın peşinde idi. Kendilerinden sonra bu sancağı aynı şevkle, elden ele, nesilden nesile devredecek halefler, hayr’ul-halef’ler arıyorlardı. Burada ise, asker bir milletle karşı karşıya gelmişlerdi. Aske​rî disiplinin verdiği ciddiyet ölçüsünde; asîl, köklü, soylu, mert, kolay kolay boyun eğmez ve bir de inanırsa, uğrunda canını dahî feda edebilecek tînetli Türk Milleti, mukaddes emâneti kendilerinden devralacakları selefleri​ni karşılamışlardı. (…)

İslâm sancağını devir-teslim muamelesi bittikten sonra, Türkler için, artık sorumluluk devresi gelip çatmıştı. Sanki müslümanlık burada doğmuş ve Hazreti Peygamber’in safında hizmet edenler onlarmışcasına, bu bölgede bir canlılık, bir hızlı gelişme dönemi başlamıştır. Kısa zamanda birbirine çok ya​kın kültür merkezlerinin kurulduğu bu bölge, bütün İslâm âleminin dikkatle​rini üzerine çeker olmuştu.”4

Ali Yardım’a göre şahıs adları, genellikle dînî ve millî özellik arzederler. Yâni bir kimsenin adı, o şahsın aynı zamanda dînî ve millî kimliğini de tanıtır:

“Türkler, özellikle İslâmiyeti kabul ettikten sonra, şahıs adlarını büyük ölçüde millîleştirmişlerdir. (…) Türkler’in kullandığı Arabça kökenli isimlerin çoğu, Arab isimleri değildir. Onlar, ya Hazret-i Peygamber merkezli isimlerdir, ya da Kur’ân-ı Kerîm menşe’li adlardır. Hazret-i Peygamber merkezli olanlar, bir yandan Peygamber Efendimiz’in özel adı yanında sıfat adlarıdır, bir yandan da ehl-i beyt, aşere-i mübeşşere gibi bir kısım İslâm büyüklerinin isimleridir ki, onları, teberrüken çocuklarına koymuşlardır. Meselâ erkek isimlerinden; Mehmed (Muhammed), Mahmûd, Ahmed, Emin, Mustafagibi isimler Peygamber Efendimiz’in adları olarak yaygın​laşmıştır. Bekir, Sıddık (Hz. Ebû Bekir),Ömer, Faruk (Hz. Ömer) Osman (Hz. Osman), Ali, Haydar (Hz. Ali), Hasan, Hüseyin (Hz. Peygamber’in torunları), Talha, Zübeyir, Abdurrahman, Saîd (ilk müslümanlardan ve Aşere-i Mübeşşere’den), Bilâl (Hazret-i Peygamber’in müezzini); kadın isimlerinden Emine (Âmine) Peygamber Efendimiz’in annesinin adıdır. Hatice (Hadîce), Ayşe (Âişe), Hafsa, Zeyneb, Habîbe (Ümmü Habîbe) hanımlarının adlandır. Fatma (Fâtıma), Rukiye, Zeyneb kızlarının isimleridir. Esma (Hz. Ebû Bekir’in kızı Ve Hz. Âişe’nin ablasıdır).

Buna karşılık; Amr, Zeyd, Yezîd, Üsâme, Erkâm, Berâ, Sevbân, Harise, Safvân, Dahhâk, Ukbe, Ammâr, İkrime, Kays, Hişâm gibi pek çok isim, -Sahabe adı olmasına rağmen- müslüman Türkler arasında pek revaç bulmamıştır.”5

TÜRK’ÜN ŞEREF MADALYASI

Prof. A. Yardım idealist bir “ilim “adamı”dır, o engin ilmiyle millî hassâsiyeti, millet ve vatan sevgisini mezcetmesini bilmiştir. İstanbul’un fethini müjdeleyen meşhur bir hadis vardır:

“Kostantıniye (İstanbul) muhakkak fethedilecektir… Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır; ve onu fetheden ordu ne güzel ordudur!…”

Bazı kasıtlı veya gāfil kimseler, bu hadis sahih midir, doğru mudur değil midir? diye ileri konuşurlar. Ali Bey tam bir ilmî araştırma disiplini ve ciddiyet içinde hadîsin bütün kaynaklarını ve sıhhatini açık seçik ortaya koydu, makalesi önce Diyânet Dergisi’nde6 yayımlandı. Daha sonra, bazı telnik teferruatı bırakılarak, “Türkün Şeref Madalyası: Fetih Hadîsi” başlığıyla Kubbealtı Akademi Mecmuası’nda basıldı.7 Bu sonuncu makaleden bazı alıntılar şöyledir:

“Bu hadis, “bizim hadîsimiz”dir. Ve bu hadis, fazilet yarışı sonunda kazanılmış bir “Şeref Madalyası”dır.

Bu hadis bize, bir ulu Sahabe hediye etmiştir; Eyyûb Sultan Hazretlerini… O, İstanbul fethi uğrunda şehîd düşen sahabe de “bizim sahâbemiz”dir.

Bu hadis bize, “Fâtih” unvanlı, müjdelenmiş bir Devlet Adamı bahşetmiştir.

Bu hadis bize, sırtı okşanmış bir ordu kazandırmıştır: Duâlı Ordu… Eskilerin, “seyfullahi’l-meslûl” dediği, Allah’m çekilmiş kılıcı olan bir ordu…

Müjdeyi verenin ismi Muhammed (s.a.), müjdeyi ala​nın ismi Mehmed, müjdeyi nesilden nesile aktaranın ismi ise Mehmetçik ‘dir.

Ve bu hadis, millet olarak bize, büyük vazifeler ve sorumluluklar yüklemektedir: İstanbul’a ve İstanbul’un temsil ettiği kıymet hükümlerine sahip çıkmak; bize kazandırılan “Şeref Madalyası”nı şeref kürsüsünde korumak…”

*

Ali Yardım’ın sağlam bir Hadis bilgisi vardı, alanının en iyilerinden biriydi. O sâdece kitap sayfaları arasında gömülüp kalmadı. Ali Bey masa başında oturan hoca tiplerinden değildi. Bir tür “kültür hadisçiliği” çığırı açtı. Hadisçi kimliğinin bir uzantısı olarak mîmari eserlere, taşlara, mermerlere yazılmış eserleri incelemeye girişti. Çeyrek asır boyunca yılın iki ayını, Temmuz-Ağustos aylarını tamamen Anadolu’daki mîmâri eserlerimizin yazıları ile, yazma eser kütüphanelerindeki yazmaların incelenmesine ayırmıştı.

Uzun süreli bir proje geliştirerek, “Anadolu Selçukluları ve Beylikler Devri Mîmâri Eserlerinde Kitâbeleşen Hadisler” başlığı altında, mîmâri eserlere yazıla gelen hadisleri yerinde görmeye çalıştı. Bunlardan bir kısmını Dokuz Eylül Ü. Rektörlüğü’nün desteklediği projelerdi. Vefâtından iki yıl önce şöyle demişti:

“Bu maksatla misâk-ı milli sınırlarımız içindeki târihi yerleşim birimlerini dolaştım. Türkiye’nin bütün etnoğrafya müzelerini planlı bir şekilde inceledim. Sonuçta çok zengin bir kültür malzemesi biriktirdim. Bunların bir kısmı yayımlanmışsa da, büyük çoğunluğu, biraz da maddi imkânsızlık dolayısıyla, hâlâ yayımlanmamıştır.”

Ali Yardım Anadolu’yu karış karış gezerek, taşlara ve kitâbelere işlenmiş hadisleri bir bir tesbit etti. Fikr-i takip sâhibi bir kimseydi. Nihâyet bu kitâbe hadislerinin toplandığı kaynak kitabı buldu: Kuzâî’nin (ö. 454/1062) “Şihâb-ül Ahbar”ı. Bu değerli eseri, metni tercümesi ve çeşitli açıklamalarla ilmî bir şekilde neşretti8. Oradaki her bir hadîsin adresini sürdü, onların kullanıldığı kitâbeleri Mesnevî ve benzeri ortak kültür eserlerimizdeki yerlerini gösterdi. Böylece Anadolu’daki millî kültür eserlerimizin dînî temellerinden birine dikkatleri çekti.

İZMİR’E HİZMETİ

Onun iki türlü eseri vardır: İlki kitapları, ikincisi yetiştirdiği öğrencileri. İlâhiyat Fakültesi dışında, ayrıca 20 yıl DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Geleneksel Türk El Sanatları Bölümünde Epigrafi (kitâbe) ve Yazma Eserlerin Çözümlenmesi derslerini okuttu. Öğrencilerine Kemeraltı’ndaki Sadrazam Hacı Salih Paşa Şadırvanı Kitabeleri, Çakaloğlu Hanı Kitabeleri, İzmir Mimari Yapılarındaki Maşaallah İstifleri, İzmir Mimari Eserlerindeki Besmele-i Şerife İstifleri, Bergama Kitabeleri, Bergama Arkeoloji Müzesindeki bazı Lahit Mezar Kitabelerini çalıştırdı.

Yerli ve milli kültürümüzün hayranı ve hizmetkârı olan A. Yardım, aynı zamanda iyi bir gezi rehberidir. Öğrencileriyle Manisa, Akhisar, Kula, Selçuk, Tire, Birgi, Menemen, Bergama gibi çevre yerleşim birimlerine ders ve kültür gezileri yapardı. Bu sırada çok değerli târihi malzeme tespit edilmiştir. Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki öğrencileri, bunlardan çok yararlanmıştır. Klasik sanatlarımızın modernize edilmesinde becerili olan bazı öğrenciler, değerli çalışmalar ortaya koymuşlardır.

Onun ifadesine göre, “İzmir’in, târihi dokusu yok edilmemiş bölgelerinde; ilim, kültür ve sanat çevrelerine ışık tutacak çok miktarda değerli malzeme bulunmaktadır. Ne var ki, farkında olması gerekenler, bu işin pek de farkında değillerdir.”

Prof. Yardım 35 yılını geçirdiği İzmir’e olan borcunu fazlasıyla ödedi. Bu konudaki en önemli çalışması “İzmir Milli Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloğu”nu hazırlamaktır. Eser dört cilt halinde (yaklaşık 2100 sayfa) yayımlandı9. Kitaplarla ve kütüphanelerle ilgisi ve ünsiyeti çocukluğunda başladı ve ömrü boyunca devam etti. İzmir dışında Kastamonu, Sivas, Amasya, Tavşanlı vb. yerlerde de kütüphanelerdeki yazmalarla ilgili çalışmalar yaptı.

İzmir Milli Kütüphanesi’nde Arapça, Farsça ve Osmanlı Türkçesi dillerinde kaleme alınmış 4000 civarında el yazması eser vardır. XII. Asırdan XIX. Asra kadar sekiz yüz senelik döneme ait bu yazmaların bazıları ünik (dünyada tek nüsha)dır. Ali Yardım eskilerin “elsine-i selâse” dedikleri Arapça, Farsça ve Türkçe ile haşır neşir birisi olarak, fâsılasız üç yıllık bir çalışma sonucu kitabın basım safhasına gelebildi.

PAŞAYA MEKTUP

İzmir’deki tarihi eserleri köşe bucak inceleyen Ali Yardım’ın Halkapınar Şehitler Abidesi’yle ilgili bir teşebbüsü oldu. 13.04.2004 tarihinde dönemin Ege Ordu Komutanı Hurşit Tolon’a bir mektup yazdı. (Bunun bir kopyasını lütfeden M. Sinan Yardım’a teşekkür ederim.) Mektubun ilgili bölümü şöyle:

“Değerli Paşam, özellikle “Vatan”ın batı bölgelerinin korunması görevi sizin omuzlarınızdadır. Fikren ve zihnen fazlaca dünyevîleşir gibi olduğumuz şu günlerde, “Vatan” fikrinin, mânevî değerlerimizin yaşatılmasında çok önemli bir unsur olduğu gerçeğinin ön plana çıkarılması gerekmektedir. İşte bu amaca hizmet edebileceğini düşündüğüm bir fikrimi zât-ı alinize arz etmek istiyorum:

İzmir’in Şaraphane semtinde bir “Şehitler Âbidesi” vardır. Ben, planlı bir şekilde, Anadolu’daki bütün kitâbeleri gördüm ve müzeleri gezdim. Söz konusu Şehitler Âbidesi’ndeki iki kelimelik kitâbe kadar vecîzini ve anlamlısını görmedim: “VATAN VE NAMUS”! Sütun şeklinde bir mermere eski yazı celî sülüs hatla yazılan kitâbe metni, sonradan altına yeni yazıyla da yazılmıştır.

İstiklâl Harbi sonrasında İzmir’in kurtuluşu vesîlesiyle yaptırılan bu anlamlı anıtın aynısının, orijinal hâliyle, Konak meydanındaki “İlk Kurşun Hasan Tahsin Anıtı” önüne dikilmesi, İstiklâl Harbi sonunda düşmanın denize döküldüğü meydanı ve ilk kurşun kavramını daha da manalandırmış olacaktır.

Bu duygularımı Büyükşehir Belediye Başkanı’na yazmayı düşündümse de, mektubun esas muhâtabının Tolon Paşa olduğu hissi uyandı içimde.

İlgileneceğiniz ümîdiyle gereğini bilgilerinize saygıyla arz ederim.”

Ali Yardım’ın bu konuda H. Tolon’la görüşmeleri olmuşsa da, sanırım birkaç ay sonra 1. Ordu Komutanlığına atanarak İzmir’den ayrıldığı için, konu öylece kaldı.10

MİLLİYETÇİLİkK ANLAYIŞI

Ali Yardım vatan, millet ve devletinin sevdalısı, şuurlu bir kültür milliyetçisidir. Eserlerinden birkaç örnekle bunu göstermeye çalıştık. Ayrıca ilmî ve fikrî planda sâdece bu konuyu işleyen değerli bir çalışması vardır: “Asabiyyet Milliyetçilik Demek midir?” Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın Ekim 1977 ve Ocak, Nisan 1978 sayılarında arka arkaya üç bölümde neşredildi. Agah Oktay Güner’in genel sekreterliği sırasında, ATO (Ankara Ticaret Odası), bir kitapçık halinde çok sayıda basıp dağıttı. Şimdi bu çalışmadan bazı alıntılar yapacağım.

Ali Bey, önce “asabiyyet” kavramını açıklar, asabiyeti yasaklayan ve târif eden hadisleri nakledip, değerlendirmesini yapar ve şu sonuca varır:

“Bir kimsenin, kavmini yâni milletini sevmesi asa​biyyet kavramı içersine girer mi?” diye soruluyor.

Verilen cevap ise kesindir :

“Hayır.”

Ve Hz. Peygamber’in ağzından naklen ilâve eder:

“Benim yasakladığım asabiyyet ancak, bir kimsenin, kav​mini sevmesi ve ona karşı özel bir ilgi göstermesi değil, sırf akrabalık ve soydaşlık gayretiyle, zalimane ve haksız davranış​ları karşısında bile, onları müdâfaa ve himâye etmesidir.”

İşte, daha sonraki devirlerde, bu “Hayır” cevâbının, Peygamber nâmına ve Peygamber’e rağmen “E v e t”e çev​rildiğini görmekteyiz. (…)

Resûlullah Efendimiz’in “asabiyyet” tâbiri ile yasak​ladığı şey, “fikir” değil, “fiil” dir. Yâni, Marksist termi​nolojinin dilimize gümrüksüz hediyesi olan, “eylem” dir. Bilindiği gibi dilimizde eylem, normal fiil ve hareketler için de​ğil de, sırf kurulu nizâma karşı girişilen gayr-ı meşrû davranışlar için kullanılmış bir terim ve Peygamber Efendimiz’in ya​sakladığı davranışın tam karşılığıdır.

Peygamber Efendimiz’in hadisleri değerlendirilirken, İslâm’ın “Millet” ve “Devlet” gerçeği gözden uzak tutulmamalıdır. Bu konudaki yasaklamalarda, millet ve devlet müessesesinin korunması ve çeşitli sebeplerle, birlikte yaşama durumunda olan değişik unsurların sulh ve sükûn için yaşamalarının sağ​lanması hedef alınmıştır.”11

*

“Meşrutiyet İktidarında Asabiyyet” başlığı altında, o devrin tefekkürsüz partisinin, içine layisizm karıştırılmış yeni bir “Turancı-Türkçü” ideolojisi ortaya attığını, buna karşı olarak da “İslâmcılık” ideolojisinin çıktığını söyler. Yazarımız şöyle bir eleştiri getirir:

“İlk bakışta, tâbirlerdeki sun’îlik dikkati çekmektedir. “Cı”, “cü” daha çok bir şeyi “meslek” edinen kimselere verilen bir sıfat eki’dir… O şeyin boyasına boyanan değil, ticâret ve istis​marını yapan kimselerin sıfatı… Komisyoncu gibi bir şey… “Türküm” diyemeyenlerin, “Türkiyeliyim” demelerinden fark​sız!…

Sanki 12 asırdır “Türk” yoktu, veya “İ s 1 â m” a kimse sâhip çıkmamıştı.”

Bu arada şu önemli hatırlatmayı yapar: “Burada; dil, edebiyat ve ilmî sahalardaki Türkçülük (Tür​kiyat) çalışmalarından bahsetmediğimizi söylemeye her hâlde lüzum yoktur. Fikrî ve kültürel sahalarda yapılan verimli ça​lışmaların târihi bir hayli eskidir. Biz, mes’elenin “politik” bir sistem olarak sahnelenişinden bahsediyoruz.”

Ali Hocamız, bu hengâme sırasında Birinci Cihan harbi öncesinde Ahmet Naim Bey imzâsıyla “İslâm’da Dâvâ-yı Kavmiyet” adlı kitapçığın çıktığını, bundan 49 yıl sonra 1963’te aynı kitabın “İslâm Irkçılığı Menetmiştir” başlığıyla yeni harflerle yayımlandığını belirtir.

Ali Yardım Ahmet Naim’in asabiyetle ilgili hadisleri ele alış ve yorumlayış biçimini yanlış bulur ve kıyasıya eleştirir, şöyle demekten kendini alamaz:

“Ahmed Naim Bey’in, nasları değerlendirmede ve metinleri tercümede, bir ilim adamı gibi değil, tam bir polemikçi gibi davrandığını -hayretler içinde- müşâhede et​tik. Bir insanın “hayal kırıklığı”na uğraması ve arkasından gittiği kimselerin zaaflarına muttali olarak sarsılması, ne acıdır.”

Tenkitlerini sürdürür: “Türk kelimesinin telâffuzuna bile allerjisi olan Darülfü​nun Felsefe Müderrisi Ahmed Naim Bey, Üniversiteye, öğretim üyesi olarak, 1915’te Yahya Kemâl’le beraber intisâb ederler. Ne var ki, millet sevgisini kara sevda hâline getirmiş olan Yahyâ Kemâl ile bir türlü anlaşamazlar ve birbirleriyle uzun zaman dargın yaşayacak kadar kırıcı münâkaşalar yaparlar. Ancak Ahmed Naim Bey, vefat etmeden bir ay önce (.?.) Yahya Kemâl ile buluşmaları sırasında şöyle der:

“Seninle o kadar sene evvel, Dârulfünun’da bir münâka​şada bulunmuştum. O münâkaşa, sonra benim zihnimi sene​lerce meşgul etti. Son senelerde ise ben, İstanbul’un bir çok semtlerinde gezmeği ve oralarda, tıpkı senin usûlünde, eski mîmârî eserlerinin târihini araştırmağı îtiyâd edindim. Bu hoş merak beni sardıkça sardı. Senin bir zaman “Tevhîd-i Efkâr”da çıkmış yazılarını buldum ve tekrar okudum, azim bir zevk aldım. Sana bu yüzden ne kadar haksızlık ettiğime, o yazılarm bir şâir fantezisi olmayıp hakîkaten manevî birer ufuk oldukla​rına kāil oldum. İşte bundan sonra, bu yüzden seni o vakit gücendirdiğime yandım ve bir daha görürsem isti’fâ-yı kusur etmeği nezr ettim. îşte azîzim söyleyeceğim bu idi.”12

Bugün aramızda olsaydı, adı geçen eserine bir reddiye ya​zıp redd-i mîras eder miydi, etmez miydi? Bilemeyiz.”13

Ali Yardım’ın araştırmasının “Netice” bölümünden bazı nakıllerle sözü tamamlayalım:

“Bir kimsenin Milliyetçilik’e veya bir başka fikir hareketi​ne karşı olması başka şeydir; karşı olduğu fikir ve sistemi çürütebilmek için Peygamber’i istismar etmesi yine başka şeydir. Mücâdele başka zeminler üzerinde yapılmalıdır.

Şurası acı bir gerçektir ki, “İslâm Irkçılığı Yasaklamıştır!” sloganı, öteden beri sâdece “Türk Milliyetçiliği ve Türk Milliyetçileri” için kullamlagelmektedir: Türkler yaparsa yasak, bir başkası yaparsa serbest. Hikmetinden suâl olunmaz.”

Selçuklu ve Osmanlı tecrübesinden örnek veren Ali Yardım, “Millî Devlet” statüsüne geçmemizden bu yana yarım asır geçtiği hâlde, tutarlı ve millî karakterli bir Maârif politikası tatbik edilmemiş ol​masının acı sonuçlarınının, o günkü (1977’ler) manzarayı doğurduğu söyler ve devam eder:

“Biz, ‘Milliyetçilik, vatanını ve milletini sevmektir’ diye öğrenmiştik. Vatan kuru bir toprak parçası, Millet de sıradan bir insan kalabalığı demek olmayıp, birer manevî değerler manzûmesinin ifâdesidir. Bu, değerler manzûmesinin merkezinde “Allah inancı” vardır. Bu inanç, sahteliği kabul etmez. Bu inanç, huzur ile refah arasındaki denge unsurudur. Bu inanç, hayâtın tadıdır, gayesidir. Gönüllerini bu “merkezî otorite”ye bağlayanların fikirlerinde, sözlerinde ve davranışlarında ikilik ve çokluk yoktur. Boşluk hiç yoktur.”

Hocası Nihad Sami Banarlı’nın, temeli “sevgi” üzerine kurulmuş bir Milliyet duygusunu, muhabbet dolu gönlünden coşan ifâdeleri ile, şöyle dile getirdiğini belirtir:

“Sevmek, fakat engin bir gönülle, bizim büyük ve asil milletimize âit bütün güzel şeyleri sevmek…

Türk târihini, Türk vatanını, Türk ahlâkını, Türk halkını, Türk mûsikîsini, Türk çocuklarını, Türk güzellerini, velhâsıl dünyâ târihinde ve cihan coğrafyasında Türk’ün olan her güzel şeyi sevmek.

Milletimizin bir târih süresince yarattığı bütün şerefli hâdiseleri sevmek. Askerlerimizi, şehirlerimizi, zaferlerimizi, bü​yüklerimizi sevmek. Bunları din gibi, sevdâ gibi sevmek.”

Unutmamak lâzımdır ki, iyiyi ve güzel olanı görüp seve​bilmek, bir kültür ve seviye meselesidir. O kültür verilmeden bu seviyeyi beklemek hayâldir.”

Bu uzun yazı şu cümlelerle son bulur:

“Biz bu araştırmamızı, Milliyetçilik’in müdâfaasını yapmak, veya anti-milliyetçi kimseleri yermek ve lekelemek için kaleme almadık. Zîrâ, bir şey kuvvetli ise müdâfaaya ihtiyâcı yoktur; zayıf ise müdâfaaya değmez. Kendi kendini ayakta tutamayacak bir şahıs, fikir ve sistem’in sun’î payandalarla destek​lenmesi, boşuna bir gayret olacağı inancındayız.

Allah ve Peygamber, Vatan ve Millet, bizden “lâf” değil, “iş” istiyor. Müdâfaa değil, hizmet bekliyor. Fa​kat, edepli hizmet. Ölçülü hizmet. Üslûplu hizmet. Ulvî değer​leri “lâflaştırmak”, hizmete yan çizenlerin kârıdır.” (28 Mart – 7 Mayıs 1977)14

(İzmir Türk Ocağı, “Milli Kültür ve Tarih Sempozyumu-II” için hazırlanan tebliğ metni, İzmir, 16 Mayıs, 2015)

1 Ali Yardım, Alanya Kitabeleri, İstanbul Fetih Cemiyeti yayını, İstanbul, 2002, s. 508
2 “Ben halis Anadolulu öz Oğuz, Yazır Türküyüm; on beşimda İstanbul’a geldim, ne Arabistan’a gittim ne Türkistan’a. Ne İran’ı gördüm ne Frengistan’ı. Öğrendiğimi bu vatanda öğrendim. Yazır’ın; Kınık, Bayındır, Eymir, Avşar gibi büyük Oğuz kabîlelerinden olduğunu da Arabçadan: “Divanü Lügātü’t-Türk’ten öğrendim. İran’da çıkan yünden, Avrupada bükülen ipten, Türk tezgâhında dokunan halıyı Türk malı tanıdım.Bir binanın mîmarîsi Türk olmak için bütün kerestesi yerli olması lazım değildir diye işittim. Afrika mâdenlerinden çıkmış bir altının üzerinde bir Türk sikkesi gördü​ğüm zaman ona Afrikalının değil, bizim altınımız dedim.” (Hak Dini Kur’an Dili, Muakaddime bölümünden)
3 Ali Yardım, Peygamberimizin Şemâili, Damla yayınevi, 5. baskı, İstanbul, 2004, s.433
4 Ali Yardım, Hadîs I-II, Damla yayınevi, İstanbul, 1997, s. 149
5 Alanya Kitabeleri, s. 470
6 Ali Yardım, “Fetih Hadisi Üzerinde Bir Araştırma”, Diyânet Dergisi, Ankara, 1974, c. XIII, sayı, 2, s. 116-123
7 Bk. Ali Yardım, “Türkün Şeref Madalyası: Fetih Hadîsi”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Temmuz 1979, s. 62-75
8 Bk. Ali Yardım, Şihâbü’l-Ahbâr Tercümesi, Damla yayınevi, 1999
9 İzmir Milli Kütüphanesi Yazma Eserler Kataloğu I-IV, Hazırlayan: Ali Yardım, İzmir Milli Kütüphane Vakfı, İzmir, 1992-1997
10 Mehmet Demirci, “Vatan ve Namus”, Yeni Asır, 2 ocak 2015 Cuma
11 Ali Yardım, “Asabiyyet Milliyetçilik midir?”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ekim, 1977, s. 29-31
12 Yahya Kemal, Siyâsî ve Edebî Portreler, İstanbul Fetih Cemiyeti neşriyatı, İstanbul, 1968, s.51-58
13 Ali Yardım, “Asabiyyet Milliyetçilik midir?”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Ocak, 1978, s. 32-42
14 Ali Yardım ag makale, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Nisan 1978, s. 71-76

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.