SİNAN’IN GÜNLÜĞÜ’NDE NELER VAR

Mehmet Demirci

Sâmiha Ayverdi (1905-1993) ömrünü yazmakla geçirmiş bir mütefekkir yazarımızdır. Bugüne kadar 50’ye yakın kitabı çıktı. Bunlar roman, hikâye, hâtıra, gezi notları, târih, mensur şiir vr fikrî yazılar türünde eserlerdir. Şimdi de bu eserlere bir yenisi eklendi: Sinan’ın Günlüğü (Kubbealtı neşriyatı, 2015).

Sinan, Sâmiha Ayverdi’nin torunu, 1951 ocağında doğmuş. Gündüzleri bakımını anneanne (S.Ayverdi) üstlenmiş görünüyor, esasen evleri yan yana. Yazarımız çocuğun ilk gününden itibaren kısa kısa notlarını defterlere yazmış. Bazen sık bazen uzun aralıklarla on yıl boyunca tuttuğu notları torun Sinan Uluant bir araya getirmiş, resimlerle zenginleştirmiş ve nefis bir baskıyla çıkmasını sağlamış.

Yazmak, yazabilmek güzel bir alışkanlık hele yazan, Sâmiha Ayverdi gibi güçlü bir kaleme, zengin bir kafa ve gönle sahip biriyse, böyle mükemmel bir kitap ortaya çıkar.

Kitapta çocuğun gelişimi, çocuk eğitimi, çocuk psikolojisi, çocuk büyütmenin zorlukları ve zevkli yönleri anlatılır. Sadece bunlar değil, 1950 başlarında köklü bir İstanbul âilesinin günlük hayâtı, âile ortamından çizgiler, bu âilenin evlerine gelip gidenler, sanat ve fikir adamları, bu evdeki kültür ve irfan toplantılarına dâir önemli notlar mevcut.

1951-1961 Türkiye’sinin bazı siyasi ve sosyal olayları, yaşanan yokluk ve sıkıntılar, 27 Mayıs ihtilâlinin getirdiği kaos ve kargaşanın yansımalarına ait örnekler görülür. Yine aynı zaman dilimi içinde İstanbul’daki hekimlere ve sağlık sistemiyle ilgili gözlemler yer alır.

*

1951 ve 1952 yıllarına ait notların bulunduğu ilk defter hırsızlık sonucu kaybolmuş. Mevcut notlar 1953 başından, yani çocuğun iki yaşından on yaşına kadar olan devreyi içine alıyor. Sinan’ın Günlüğükitabındaki bazı meseleleri belli başlıklar altında özetle vermek istiyorum. Bunların çoğu yazarın cümleleriyle olacak. Ayverdi “Şimdi ben de iki yaşında bir çocuğum. İnşallah beraber büyürüz. Her şeyi merak edişi belki o yaşta bulunan diğer çocuklar gibi. Fakat dikkati, hayrete şayan ve çok ehemmiyetli bir mizac husûsiyeti” diyerek başlar.

ZOR BİR ÇOCUK

Sinan’ı bakıp büyütmek için bir iki üç kişi kâfi değil. Sinan’ı idâre etmek bir orduyu idâre etmekten daha büyük basîret, tedbir ve dikkate muhtaç. Bu çocuk bir insan için en güç, fakat en hazlı bir savaş ve zafer mevzuu. Zira bir Sinan’ın yirmi dört saati, beş altı çocuğunkinden daha ağır olduğu bir hakîkat.

O kadar yaramaz ve sürprizli ki, arkasında gözünüzü dört açmaya mecbursunuz. Bâzı geceler yatağa girdiğim zaman on beş kilometre yol yü​rümüş gibi yorulmuş olduğumu hissediyorum. Ağaçtan iniyor, tavuk kümesine giriyor oradan çıkıyor toprak taşınan el arabasını sürüklüyor; salıncak derken, çiçek sulama musluğuna hücum ediyor. Geçen gün kaşla göz arasında hortumu yakalayıp üstüme çevirdi, mâni olun​caya kadar tepeden aşağı ıslandım.

Henüz söz dinlemenin, yâni itaatin, beşerî bir zaruret olduğunu idrak edemiyor ve bu aşkın hareketlerini nizamlamak için yapılan müdâhaleleri anlayamıyor.

Şu tespitler üç yaşına âit: Yakalayıp soymak, hattâ yemek sandalyasında iki dakîka sâkin oturmasını temin etmek iskânsız. Henüz vazife duygusu ile mükellef olmayı kabul edemedi. Giyinmenin, soyunmanın, yemek içmek gibi günlük îtiyadların zaruretini benimseyemedi. Taşan, coşan, hiçbir yerde karar etmiyen gürültücü hâli, fıtrî heyecanı ile muhit ve terbiye muvâzenesini henüz denkleştiremedi.

Yaramazlığı kadar müşfik ve merhametli.

ÇOCUK EĞİTİMİ

Kapıları açık bulduğu zaman örtmek başlıca îtiyadlarındandır. Fakat o kadar şiddetle çarpıyor ki buna mâni olmak için türlü çârelere başvuruyoruz. Bugün Husnenesi: Bak Sinan öyle vurduğun zaman kapı ağlıyor, dedi. O ise gayet ciddî ve tabiî hemen yerinden kalkarak: “Hani kapının gözü?” diye aranmaya başladı.

Banyoyu sever, ağlamaz, sudan korkmaz, bilâkis çok hoşlanır, bir eğlence hâline getirir. Sonunda da bir gusül abdesti alarak bu eğlenceyi bir ibâdet çeşnisi ile tamamlarız

Bir ara çocuklara: “Susun, susun” diye bağırmış. Oradaki bir kadıncağız: “Ama sen de bağırıp duruyordun, ne diye şimdi onları sustur​mak istiyorsun?” diye takılmak isteyince Sinan gayet ciddi: “Ezan okunuyor!” diye cevap verince kadının hayreti büs​bütün artmış ve “Aman maşaallah! Sen ne akıllı çocuksun” diye Sinan’ı sevmiş, okşamış.

Deniz kenarındadırlar. “Her fırsatta çorabını ayakkabısını atarak yalın ayak yürümeyi tâlim ettiği için iyice hevesini alsın ve aynı zamanda istifâde etsin diye rıhtımın güneşten kaynar taşları üstünde ayaklarını çıkararak bıraktım. Kovası ile denizden çektiği suları kâh benim kâh kendisinin ayak​larına dökerek uzun uzun oynadı.”

Afacanlıkları ile bir gün anneanneyi kızdırır. O da mûtad olarak okuduğu masalı okumaz. Sinan ısrar eder. Yazarımız şöyle der: “ Fakat göstereceğim bir zaafiyet, onun aleyhine olacaktı. Zâten kendisini ne derece sevdiğimi biliyordu. Hiç değilse bu muhabbeti zorlamak suretiyle istediğini yaptırmağa alışmamalı idi. Kapıyı çekip, onun kadar üzgün olarak evden çıktım.”

Daha üç yaşlarında iken “Masal yerine şifahi tarih kültürü kaim olmaya başladı. ‘Fatih’in babası kimdi?’ diyince, ‘Sultan Murad’ diyor. ‘Hocası kimdir’ deyince de ‘Molla Gürânî!’ demeyi unutmuyor.”

9 Şubat 1955 cuma günü hava son derece lâtif idi. Hem hava alsın hem de rahatça koşup ferahlasın diye Fâtih Câmii av​lusuna götürdük. Nezihe (Araz) ile ben seddin üstüne oturarak hem konuşuyor hem de onu tâkib ediyorduk. Bir yandan da halk akın akın camie Cuma namazı için giriyor, abdesti olmıyanlar da şadırvanda abdest alıyorlardı. Niha​yet ezan okundu. Bizim de abdestimiz olduğu için içeri girdik. Cami tamamen dolu idi. Kadınlar maksûresine girerek iç ezanı dinledik ve namazı beklemeye başladık. Bir zaman o da muhitin lâhûtî ve haşyetli havası içinde durakladı, uyuştu. Fakat çocukluğunun emri onu bu hal içinde daha fazla tutabilir miydi? Derhal afacanlığa başladı.

İşin hoş tarafı, yanımızdaki bir hanımın gayet uslu ço​cuğunu da baştan çıkardı. Evvelâ oğlana ismini sormak​la kur yapmaya başladı. Çocuğun adı Semih imiş ve beş yaşında imiş; fakat onun boyunu kendinden çok kısa gö​rünce; “Sen beş yaşında değilsin benden ufaksın ben beş yaşındayım..” demez mi.

Halbuki işine gelmediği zamanlar: “Ben beş yaşıma daha yeni bastım” deyiveriyor.

Ne ise namaz esnasında da hayli zorlu sahneler ol, secdede iken boylu boyunca önümüze yatmak ona buna seslenmek, lâf atmak gibi.

Nihayet işin pek ileri gittiğini anlayarak, kayyumlar tarafından kovulmadan çıkmak istedik. Bu defa da o hayır daha cemaat dağılmadı neden gidiyoruz” ayak diremeye başladı.

ÇOCUK GELİŞİMİ

Sinan’ın estetik zevki erken gelişmiş:

Bidar hanım bana içi dışı kürk bir terlik hediye etti; çok ısıttığı için başka terliklerime tercih ediyorum. Fakat rengi siyah, tüylü de olduğu için ayakta güzel durmuyor.

Sinan baktı baktı evvelâ: “Bu ne biçim terlik?” dedi. Arka​sından da: “Çıkar bunu güzel değil başka giy!” dedi.

İki yaşında güzeli çirkini seçen ve bahusus “bu ne bi​çim” diye sormayı akıl eden koca adama şaştık kaldık

Geçen bir ay Sinan’ın hayâtında, vasat zekâlı akranla​rının birkaç ayı kadar ilerleme görülüyor. Adeta söylediği sözler zaman zaman insanı şaşırtıyor. İşittiği ıstılahları, hattâ darb-ı meselleri öyle yerinde ve doğru kullanıyor ki şaşırmamak kabil değil. Bir büyük adam gibi düzgün ve muntazam cümle kurması herkesin dikkatini çekiyor.

Anlayışı zekası inkişaf ediyor. Bedenen de inkişafı normal. Boyu 101 cm. henüz 3.5 yaşında bir çocuk için çok iyi.

Ne ise ki küçük çocukları yakalayıp dövmekten vazgeçti gibi.

Yavaş vavaş teşekkül eden şahsiyeti içinde göze çarpan belli başlı vasıflar, rikkat, merhamet, parlak bir zekâ, nükte hazır cevablık.

Buna mukabil, henüz dikkat ve alâkasını bir noktada teksif etmek yok. Bilhassa kâğıdı kalemi sevmiyor. Hal​buki ufak tefek resim, hiç değilse çizgi ile alâkalanabilecek vaşta.

Hamdolsun bu yaz sıhhati çok iyi geçti. Toplandı, uza​dı, o eziyetle yemek yemek de pek kalmadı. Bütün yaz mevsimi içinde 36 deniz banyosu yaptı.

Okula dair ilk izlenimler: Bir ay içinde aşağı yukarı okumayı söktü zekası çok iyi. Eksik olan dikkat ve heves. Elimizde geldiği kadar ürkütüp büsbütün soğutmadan heveslendirmeye gayret ediyoruz.

ÇOCUK PSİKOLOJİSİ

Sâmiha Ayverdi torununa bir psikolog duyarlığı ile yaklaşmış. Sinan’ın zor bir çocuk olduğunu görmüştük. Torununun psikolojik mekanizmasının hemen hiçbir ruhî yapı arasına konamayacağını, onun için gayet büyük bir dikkat ve teyakkuzla büyütülmeye muhtaç olduğunu söyler.

Aksi halde, kolayına sökülüp çıkarılmayacak kompleks​ teşekkül edebilir. Faraza, son derece hassas, merhametli, fakat aynı zamanda gayet şedid, hiddetli ve atılgan. Geçen sene herkesi hepimizi ısırdı; bu sene tekmelemediği kimse yok. Hele hiç bir küçük çocuğun onun elinden kurtulması imkânsız. Sonra da sarılıp onu sevip okşuyor. Istıraplara karşı son derece hassas, iki kutbun ortasını henüz bulmak mümkün değil

Yazarımız bir gözlemini belirtir: Onda, sıkıntı ve çâresizlikleri şirin ve latif görmek içgüdüsü kuvvetli. Yapılması mecburi olan bir vaziyeti teklif ettiğiniz zaman hiç hoşuna gitmese de onu iyi karşılar. Sonra, şu bir ay içinde zekâsında, sözlerinde ve tekliflerinde fevkalâde bir gelişme var.

Tanıdıkları iki buçuk yaşındaki Sevgi’yi ne zaman sokaktan geçerken görsek: “Nâmih haydi gidelim kardeşi dövelim” der. Herhalde bu derece hassas, zeki ve intikal hissi kuvvetli bir çocuğun şu dövmek insiyakının psikolojide neye dayandığını araştırmak lazım.

İstediği bir şeyi yapamayacağınızı mâkul sebeplerini anlatıp ikna ederseniz, başka çocuklar gibi ağlayıp te​pinmeden o arzusundan feragat ediyor

Yazarımızın çocuk torunu hakkındaki bir endişesi: Sinan’da beni üzen bir hal var: Hiçbir oyun ve eğlence ile devamlı olarak oyalanmıyor. Dâima hareket ve yeni işler peşinde. Bir de halâ, kızdığı zaman tokat ve tekme işinden tama​men vazgeçmedi.

Ona göre bu hudutsuz yaramazlığın üstünde durmak da ayrı bir iş ve psikolojik bir tahlil ve terkip konusudur.

*

Yemek ve kahve altı esnasında doğru dürüst oturup yemek, eziyet etmeden giyinmek, soyunmak, diş fırça​lamak, yüz silmek yok. Bütün bu günlük işler, ciddî arbedelerden sonra yapılıyor. Maalesef bütün muhabbe​timize rağmen yüz veremiyor, daha doğrusu sert dav​ranmaya mecbur oluyoruz. İnşaallah bu da bir devirdir de geçer.

*

Hakîkaten de kendi yaşıtları arasında bu derece yerinde durup oturmıyan bir başkasına rast gelmek kabil değil. Dolapların tepesine tırmanmak onda; kanapelerin üs​tüne çıkıp atlamak onda; yemek yerken masanın akma girip çıkmamak, pencere parmaklıklarına bir sincap gibi fırlamak hep onda..

Doktor, bu yaramazlığı biraz durdurmak lâzım, diyor ama nasıl?

Fakat yaramazlığı derecesinde de müşfik, merhametli ve zekî.

Amma bu arada öyle masum ve tatlı zamanları oluyor ki âdeta bu tavırları ile: “Üzülmeyin bunlar arızî geçecek, ne yapayım elimde değil, siz ki beni o kadar seviyorsunuz, eziyet etmekten zevk duyuyorum” demek istiyor gibi geliyor.

Bu arada küçük Sinan’ın annesine karşı hudutsuz ve târifsiz bir sevgisi olduğunu belirtmeliyiz.

MİLLİ KÜLTÜR VE TARİH BİLİNCİ

Bu yaz (1956) ortasından beri her gece annesi ona “Elli Türk Büyüğü” isimli kitaptan bâzı şahısları oku​yor. Bilhassa Fâtih, Üçüncü Selim, Murad Hüdâverdigâr, Dede Efendi, Mevlânâ’yı hemen her akşam dinle​mek istiyormuş. Dinlemeye dalınca da başını sallamayı unutuyor ve rahat uyuyormuş. Dinlerken o kadar zevk​leniyor, öyle tatlı mülâhazalar da yürütüyormuş ki an​nesi anlata anlata bitiremiyor. Bir gece ben de okudum. Gerçekten zevkini ve fikirlerini yakından gördüm. Bir gün Ne​zihe Araz’a, “Sana Murad Hadâvendigâr’m duasını okuyayım mı?” der vebaşlar okumaya hiçbir telâffuz yanlışı yapmadan biraz ürkek ve mahcup, onun için çok güç olan metni son derece tatlı bir sesle okur.

Bir gün de Nihad Sami Bey’in önüne gelir ve çok candan: “Hocam! Siz Murâd-ı Hüdâvendigâr’ın duasını biliyor musunuz?” diye sorar. Olay Hocaya anlatılır. O da dinlediklerinden ilhamla Hürriyet gazetesindeki köşesinde konuyu yazar.

“Murad’ın Duası” başlıklı o nefis yazı şöyle başlar: “Murad Hüdâvendigâr’ın duasını bilir misiniz? Bana bu duayı henüz ilkmektep çağını idrâk etmemiş bir yavru hatırlattı. O, ezbere biliyor ve her kelimesini Türkçeyi çok iyi bilen bir insan telâffuzuyla söylüyor. Söyleyişindeki, inanışındaki yavru güzelliği ile beni hem dil, hem vicdan terbiyesinde, “aile” nin ne aziz kaynak olduğuna inandırıyor.” (Bkz. Nihad Sâmi Banarlı, Târih ve Tasavvuf Sohbetleri, “Murad’ın Duâsı”, Kubbealtı neşriyâtı)

Bu âile tam bir Müslüman-Türk âilesidir, geleneklerini yaşatmaya dikkat eder. Meselâ kardeşi Gülşah doğunca Sinan’ın babası abdest alıp küçük yavrunun kulağına ezan okuyacaktır.

Bunun bir örneği de şu, Ayverdi anlatır: “Haydi âmin yapalım” diye seccadeyi yaydı. Ben karşısındaoturuyordum. Herhalde sûrete karşı namaz kılınmayacağmı öğrenmiş olmalı ki: Önünden geçilmez”dedi.

GÜZEL TÜRKÇE

Sâmiha Ayverdi küçük Sinan’ın bir yönünden fevkalâde memnundur: “Türkçeyi o kadar kusursuz telaffuz ediyor ki, İstanbul tecvidinin dışında bir kelime duysa hemen kahkahalarla gülüyor” der. Başkalarının telaffuz hatâlarını sık sık düzelttiğini belirtir. “Dört yaşını henüz tamamlamış bir çocuğun Türkçeyi bu kadar geniş vokabülerle konuşabilmesini ve bilhassa cümle mimarisinde bu derece istidat göstermesini hayranlıkla takip ediyorum” demekten kendini alamaz. Sinan’ın daha şimdiden bir Türkçe sanatkârı gibi konuştuğunu söyler.

MÛSİKÎ VE KÜLTÜR TOPLANTILARI

Ekrem Hakkı ve Sâmiha Ayverdi kardeşlerin evlerinde çeşitli sanat ve kültür toplantılarının yapıldığı ve İstanbul’un kalburüstü sanat ve fikir adamlarının bu toplantılara katıldığı görülüyor. Küçük Sinan’ın özellikle musiki toplantılarından büyük haz duyduğu, o sırada uysallaştığı anlatılır.

Farklı zamanlarda ve farklı amaçlarla bu evde bir araya gelenlerden bir kısmının isimleri şöyledir:

Res​sam Feyhaman bey, Enderûnî İsmail Hakkı, ressam Ahmed Yakuboğlu, Nihad Sâmi Banarlı Halide Nusret, Şükûfe Nihâl, İsmail Hüsrev Bey ve kızkardeşi, Binbaşı Faruk Güventürk, Sofi Huri, Nezihe Araz, Özcan Ergiydiren, Halil Can Bey, Niyazi Sayın, hafız Kemâl Batanay, Destina hanım, Bahir bey, Cüneyd Orhon vb.

Yazarımız konuyu Sinan’a bağlar ve şöyle der: “Onun kültürünün temellerini kurmakta olan bu inşâcı meclisleri seviyor ve Allah’ıma hamdediyorum.”

Bu toplu gruplar dışında evlerine Safiye Ayla’nın, Prof. Cahit Tanyol’un, Kültür müsteşarı Mehmet Önder’in münferit olarak geldiğini, Ara Gülerin eve gelerek çocukların resimlerini çektiğini de öğreniyoruz.

O GÜNÜN TIBBI

Kitapta 60 sene öncesinin İstanbul’undaki hekimler ve tedavi imkanlarıyla alakalı bilgiler var. Ülkemizin çeşitli alanlarda olduğu gibi tıp sahasında da nereden nereye geldiğini açıkça görmek mümkün oluyor.

Küçük Sinan’ın başında kedi mantarı denen bir cilt hastalığı oluşur. Bunun için o günün neredeyse bütün meşhur dermatologlarını dolaşırlar. Bazıları birbirinden farklı tedavi tavsiye ederler. Çoğunun verdiği ilaçları kullandıktan sonra “nihayet Şehremini’nde ocaktan yetişme İbiş isminde bir berberin ilâcını kullanmaya başladık ve Allah’ın izniyle çok istifâde ettik. İnsaflı, bilgili bir adamcağız. İlâçları kendi hazırlayıp getiriyor. En son kullandığımız ilâç Ankara’daki bir berberin ilâ​cı. Terkibi bizce meçhul, fakat tesiri biiznillâh malûm.”

Sonunda iyileşir. Böyle inatçı bir hastalığın 5-6 ayda tamamen geçmiş olmasına görünüşte bir berber ilacının sebep olmuştur. Yazarımız bu durumun tıp mensuplarını adetâ öfkeden deli ettiğini söyler.

Küçük Sinan’ın ruh sağlığını bozma tehlikesi arzeden bu cilt hastalığının tedavisi için yazarımızın ve âilesinin her türlü tedbîre başvurdukları görülür. Birçok hekime gidilmiş, reçeteleri kullanılmış, berber ilaçları tatbik edilmiş ve tanıdıkları bir Müftü efendi nefes etmiştir.

O dönemdeki ara sağlık elemanı noksanlığı da dikkati çeker. İstinye’de evlere gelip enjeksiyon yapan ve tansiyona ba​kan Ferhad isminde birinin, aynı zamanda bakkallık da yaptığı için kendisinden alış veriş etmeyenleri günler​ce beklettiği anlatılır.

Sinan’ın doğuştan gözlerinin hipermetrop ve as​tigmattır. Memleketin doktorları yalnız gözlük veriyorlar o kadar. Onun için Münih’te bir doktora götürüldüğü söylenir.

27 MAYIS İHTİLALİ

Sinan’ın babası, yüksek elektrik mühendisi Cemal Uluant General Elektrik Ampul Fabrikasının kurucusu ve işlet​me müdürü idi. 10 Kasım 1961’de aniden vefat etti. Yazarımız bu konuda şöyle der:

“Cemâl’i, zahirde ölüme götüren görünür sebeb, 27 Mayıs İhtilâlinin memleket sathında açtığı yaralar ve barbarca hüküm süren askeri diktatorya. Bahusus bu iç buhranları hazırlayan sonra da ondan faydalanmak​ta olan Rus emperyalizmi karşısındaki, askeri iktidarın ve Halk Partisinin gafil, gaddar ve menfaatçi tutumu. Bu hamiyetli, merd. dürüst, iymanlı, ihlâslı ve riyasız adam, Yassıada muhakemeleri esnasında, radyo başında teessürden ölesiye üzüldü. Hak adı altında, milyonlarca vatandaşa yapılan zulüm, cefâ ve işkenceyi onun mer​hameti ve adalet duygusu asla kabul edemedi. Nihayet karar gecesi, hükümler radyoda okunurken, iki saat hiç konuşmadan sapsarı dinle​miş. Biz de evde harab bir hâlde idik.”

Cemal Bey, 27 Mayıs İhtilâli memleketi alt üst edeli beri huzursuz, üzgün ve muztariptir. Cumhuriyet Bayramı şenliklerini çocuklara göstermek üzere arabasıyla Taksim’e giderler. Otomobilleri meydanda 150-200 haytanın tecâvüzüne uğrar. Arabaya vururlar, sarsarlar, yerden kaldırırlar. Pek harap ve üzgün olarak eve dönerler. Cemal Bey’de o günden sonra bir sıkıntı başlar. Bir gece gene sıkıntı ile kalkar ve düşer. Başı soba tablasına ve odunluğa çarparak kanamıştır. Kelime-i şehadet getirerek rûhunu teslim eder. Babasının ânî kaybı, 10 yaşındaki Sinan’ı kahretmişse de o, gözünün yaşını çabuk içine akıtmayı bildi.

*

Sinan’ın Günlüğü’nde başka çeşitli konular yanında, Mesnevi çalışmaları ve Konya’daki Mevlâna ihtifalleri hakkında da bilgiler var. Kısmetse onları ayrı bir yazı konusu yapmayı düşünüyorum.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*