SON MEVLEVÎ ŞEYHLERİNDEN BAZILARININ HAZİN HİKÂYELERİ

1925 Kasımında Türkiye hudutları içindeki bütün tekkeler kapatıldı. Tekkeler tasavvuf inanışının yaşandığı ve uygulandığı mekânlardı. Asırlardır her kesimden insanın eğitildiği; huzur, güven ve ruh selâmeti aradığı yerlerdi.

Sâmiha Ayverdi şöyle bir hesap yapar: Tekkelerin kapatıldığı 1925 yı​lında İstanbul’da 365 dergâh vardı. Her dergâhın ortalama 50 mensubu olduğunu düşünelim. 365 x 50=I8250 kişi eder. Bunların her birinin, aile fertleri ve arkadaş olarak en azından beşer tane de sempatizanı vardır; 18250 x 5 = 91250 sayısına ulaşırız. O sıralarda İstanbul’un nüfusu 850 bin idi. Demek ki şehrin sekizde biri manevî sigortaya sâhipti ve çevresine şerde değil, hayırda örnek olan bir tasfiye cihazı gibi idi.1

Osmanlı toplumunun içine düştüğü gerilemeden elbette tasavvuf kurumları da payını almıştı. Ama İsmail Kara’nın kanaatine göre kesinlikle sanıldığı/sunulduğu gibi “çökmüş-çürümüş” değildi.2

Tekke ve zâviyelerin kapatılması ve tasavvufî alanın yasaklanması, şüphesiz bütün topluma tesir etti. Ancak o sırada tekke şeyhi görevindeki kimseleri daha derinden etkiledi. Bu insanlar asırlardan beri var olan bir geleneğin merkezinde idiler. Onların tolumda bir itibarları vardı; bu bir anda sıfıra indiği gibi, ilgi alanları da yasaklandı.3 Hatta bazıları geçim sıkıntısına düştüler.

Bu köklü değişikliğe eli kalem tutan şeyhlerin tepkilerini değerlendiren Mustafa Kara: “O günün atmosferi müsâit olsaydı, bu şahıslar hâtıralarını rahat bir zeminde yazabilseydi, elimizde çok renkli malzemeler olacaktı. Ne yazık ki bundan mahrumuz.” der ve şöyle bir tasnif yapar:4

Şeyhlerin bir kısmı, biz zuhûrâta tâbiyiz ve olanda hayır vardır diye düşündü. Bazıları çok üzüldü, dînî-tasavvufî hayatın çökmesiyle toplumun da çökeceğine inandı. Bir kısmı gelir kaynaklarının kesilmesi sebebiyle geçim telâşına düştü. Bir grup sûfî “lutfun da kahrın da hoş” diyerek olaylara tebessümle baktı. Hâdiseyi “hikmet-i hükûmet” gözüyle görüp susmayı tercih edenler vardı. Takrîr-i sükûn ve İstiklâl Mahkemeleriyle çalkalanan bir vasatta bir grup derviş de korkusundan sustu.

Aslında tarîkat çevrelerinin aleyhine işleyen bir statü kaybı meydana gelmişti. Bu statü kayıplarının mümkün olan en yüksek seviyeye çıkması için devlet erkânı ve siyâsî merkeze yakın olan yayın organları yoğun bir karalama ve aşağılama kampanyası yürüttüler. Bunun izleri günümüze kadar ulaştı. 5

Burada amacımız olup bitenler için lânet okumak veya medhiye düzmek değildir. Yapmak istediğimiz bir durum tesbîtinden ibarettir. Şahsî kanaat olarak “lâ fâile illallah” demeyi tercih ederiz.

*

Asıl konumuz son Mevlevî postnişinleridir. Bunların bir listesi Süheyl Ünver’in bir makalesinde yer alır.6 Çoğu hakkında yeterli mâlûmat bulunduğunu sanmıyorum. Meselâ Afyon Mevlevîhanesi son şeyhi Ahmet Reşid Çelebi’nin 1925’ten sonraki günlerine dâir bir bilgiye ulaşamadım. Bilgi sahibi olduklarımızın hepsini konu edinmek de bir teblîğin sınırlarını aşar. O yüzden birkaçı üzerinde kısaca durup, özellikle hüzünlü hikâyesi olanları ele alacağız.

*

ABDÜLHALÎM ÇELEBİ

Konya Mevlevî Âsitanesinin son postnişini Abdülhalim Çelebi (1874-1925)’nin hayatı daramatik bir şekilde son buldu. Abdülhalim Çelebi 1907-1910 ve 1919-1920 yılları arasında iki defa Konya Mevlevîhânesi şeyhi oldu. Tâyin ve azilleri siyâsî sebeplerledir. Gene aynı sebeple ve son defa 1921’de postnişin tâyin edildi.7 Başlangıçta Cumhuriyet rejimi ile arası çok iyiydi. Türk kurtuluş savaşına maddî mânevî katkıda bulundu. Millî savaş harekâtını bütün varlığıyla destekledi.

23 Nisan 1920 günü açılan I. TBMM’ne Abdülhalim Çelebi Konya meb’ûsu olarak katıldı. Aynı gün meclis başkanlığı için yapılan seçimde Mustafa Kemal Paşa 120 oyun 110’unu aldı ve başkan oldu. Abdülhalim Çelebi ise 94 oy alarak birinci reis vekilliğine getirildi.8 Vatanî hizmetleri dolayısıyla kendisine İstiklâl Madalyası verildi.

Abdülhalim Çelebi Mustafa Kemal’le iyi ilişkiler içindeydi. Paşa 20 Mart 1923’te Konya’ya geldi. İstasyon’da onu karşılayanlar arasında Abdülhalim Çelebi ve Mevlevî dervişleri de vardı. Paşa 22 Mart günü Mevlânâ Dergâhını ziyaretinde bulundu, dervişler ve dedelerle birlikte lokma etti. İcrâ edilen semâ âyinini vecd ve hayranlıkla seyretti.

Abdülhalim Çelebi’ye 1924’te açılan ikinci mecliste yer verilmez. Çelebi hilâfetin kaldırılması ve şapka kanunu karşısında olumlu tavır sergiler. Gazi’nin bizzat hediye ettiği şapkayı: “Aman Gazim, lütfettiniz. Sizin hediyenizi başıma tâc ederim” diyerek giymişti.9

Ne yazık ki bütün bunlar boşuna gayretlerdir. Abdülhalim Çelebi ile M. Kemal’in yolları ayrılmak zorundadır. Çünkü Paşa’nın yeni Türkiye projesi içinde tekkelere yer yoktur. Nitekim bir süre sonra kesin bir ifâdeyle M. Kemal şöyle diyecektir: “Ey millet! Biliniz ki Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakîkî tarîkat, tarîkat-i medeniyyedir.”10

Tekkelerin kapatılacağı haberi duyulunca telâşa kapılan Çelebi Ankara’ya gider, Gazi ile de görüşür, fakat bu temasları bir fayda vermez. Kapatma kararı kesindir. 1925’te çıkan kanunla hiçbir istisnâ yapılmadan bütün tekkeler kapatılır.

Bunun üzerine Abdülhalim Çelebi Konya’dan ayrılıp İstanbul’a gitti. Burada Tepebaşı Bristol Oteline yerleşti. Kaldığı otelin balkonundan düşerek komaya girdi. Yenikapı Mevlevihanesi’ne getirldi, vefâtını müteâkip oraya defnedildi.

49 yaşında vefat eden Abdülhalim Çelebi’nin ölümüyle ilgili birtakım spekülasyonlar vardır. Ailesi ve yakın çevresinin kanaati şöyledir: Konya’dan ayrılırken Çelebi’nin yanında içi muhtemelen altın dolu bir torba/çanta vardır. Bunu güvenli olsun diye önce bir yakınına verirse de sonra geri alır. Her nasılsa durumu bilen bir hırsız çıkar, otelde Çelebi hırsızla boğuşurken balkondan düşer, hırsız ve torba kayıplara karışır.11

O devrin olaylarını yakından bilen mutasavvıf Hüseyin Vassâf (1872-1929) ise bu elîm vak’a hakkında şunları yazar: “Tekkelerin Seddi, şeyhlik ve müridliğin ilgası, Celâliye Vakfı’nın mâliyeye devri gibi mukakarrerât, Abdülhalîm Çelebi’yi me’yûs ederek muhetllü’ş-şuûr oldular. Sakal ve bıyıklarını, Sultan Dîvânî gibi tıraş ettiler. İstanbul’da sâkin bulundukları otelin penceresinden kendilerini attılar.”12

1922-28 yılları arasında Tepms gazetesinin muhâbiri sıfatıyla Türkiye’de bulunarak birçok şeye; bu arada inkılâplara ve tekkelerin kapatılışına da şâhit olan Paul Gentizon, yazdığı kitabında şu hazin ola​yı hikâye ediyor:

“Mevlevîlerin başı, Celâleddin Rûmî’nin torunlarından olan, binlerce kişiyi yedi yüzyıl semâ yaparken döndüren kutsal heyecanın son mirasçısı Konya’nın Büyük Çelebisi Mevlevî (Abdül)Halim’e gelin​ce tekkelerin kapanması karşısında pek şaşırdı. Tıpkı haşhaşın efkâr dağıtıcı zehirinin âni yıkımına dayanamayan afyonkeş​ler gibi o da kendini dönmenin (semâ’ın) neşesinden sonsuza kadar yoksun bırakan bir önlem karşısında ruhunun altüst olduğunu hissetti. Konya’yı terketti. Birkaç gün sonra İstanbul’da görüldü. Belki son kez Cumhuriyetin modernleştirme kararına uymaya çalışıyordu. Sakalını kestirdi. Giy​sisini değiştirdi, redingot giyindi. Bu kılık​la Beyoğlu’nda Emperyal [Bristol, İ.K.] Otel’in üst katında oturmakta olduğu oda​sına döndü. Bu sırada ne olup bittiği bilin​miyor ama olabilir ki kendini uydurmaya çalıştığı bu değişimi dayanılmaz buldu, ya da ânîden semâ yapma krizine kapılıp da otel odasını tekke sanıp kollarını aça​rak başı eğik dönmeye başladı. Belki de kendinden geçme hâli içinde neyin sesi, kudümün ritmi ve Mesnevi dizelerinin sihrini duyar gibi oldu. Bir an kanatlarını çırptığını, uçarak kubbenin altında kaybolduğunu sandı. Ama gerçek şu ki âni​den avlunun beton tabanına bir insan vücûdunun sertçe düştüğü görüldü. Yemek salonunda bulunan turistler koştular. Yıldızlar ülkesinden gelen Büyük Çelebi kanlar arasında can çekişiyordu.”13

Abdülhalim Çelebi’nin vefâtıyla ilgili olarak âile çevresinin söylediklerine inanmak durumundayız. P. Genitzon’un yazdıkları hayal mahsûlü de olsa, tekke şeyhleri bakımından o günkü acıklı durumu yansıtması îtibariyle önem taşır. Tekkelerin kapanmasıyla birlikte, ileri gelen bir takım şeyh efendilerin yaşadıkları derin üzüntüler ve hayal kırıklıkları acı bir gerçektir.

Abdülhalim Çelebi kibar, zarif, bilgin ve edipti. Ney, keman ve kudüm çalmasını bilirdi, hattattı. Arapça ve Farsça’yı iyi bilirdi. Fransızca’ya hâkim, Rumcaya âşinâ idi. Mesnevi’nin muhtelif şerhleri üzerinde çalışmaktaydı.14

ABDÜLBÂKÎ DEDE

Abdülbâkî (Baykara) Dede (1883-1935) Yenikapı Mevlevîhanesi’nin son şeyhidir. Devrinin resmî mekteplerinde ve özel hocalardan düzgün bir tahsil gördü. Babası meşhur Celâleddin Dede’nin vefâtı üzerine 1908’de 25 yaşında Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhliğine getirildi. Dokuz yıl Meclisi-i Meşâyıh azalığı yaptı. Mücâhidîn-i Mevlevîyye gönüllüleri alayına binbaşı rütbesiyle katıldı.15

Abdülbâkî Dede zarif, nüktedan, hoşsohbet, halîm, vakur16, tam bir İstanbul efendisi idi. Edebiyat ve mâsiki ile meşgul oldu, çok beğenilen şiirler yazdı. Ebced hesabıyla târih düşürme de zamanının önde gelen şâiri idi.17

1925’te tekkeler kapatıldığında Abdülbâkî Dede 42 yaşında ve en verimli çağındadır. Bu hâdiseyle 17 yıllık şeyhlik dönemi son buldu ve hayâtı birden bire altüst oldu. Kendisi tekkelerin kapanmasıyla olumsuz mânâda en çok etkilenenlerden biridir. Kanunun yürürlüğe girmesiyle bir ömür geçirdiği tekkesinden çıkarıldı, görevinden uzaklaştırıldı, bütün faâliyetlerine yasak kondu. Artık ne ney, ne kudüm sesi kaldı, ne de semâ safâsı

Mustafa Erdoğan’a göre, büyük bir boşluğun ortasında kalan, bunalıma düşen Abdülbâkî Bey Hicrannâme, Tahassür ü Teessür gibi şiirlerinde bu olayın maddî ve mânevî dünyâsındaki yankısını ve üzüntüsünü dile getirmiştir:18

Dirîğâ esip tünd-bâd-ı fenâ

Bozuldu o gülzâr-ı zevk u safâ

Ne bang-i kudûm ü ne nây u nevâ

Ne çeng ü rebâb u ne bûy-ı Hudâ

Dirîğâ dirîğâ o adn-i vefâ

Olur bûm-ı meş’ûma hayfâ ki câ

Olup derd-i hicrâna ben mübtelâ

Bu âlem bana şimdi dâr-ı belâ

Bana sanma yalnız bahâr ağlıyor

Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor

Çâresizlik içinde kalan Dede’ye göre artık:

Neş’e, visâl, aşk, muhabbet

Şimdi bunun hepsi bir efsânedir.

Tekkelerin kapanmasından üç yıl sonra 1928’de ziyârete gittiği baba ocağı, yurdu yuvası, şeyhi olduğu mübârek mekân Yenikapı Mevlevîhanesi onun için artık sâdece bir hayalden ibârettir:

Harîm-i vuslatında bir zamânlar şâd idim efsûs

Benim şimdi enîsim hemdemim yalnız hayâlindir

Tekkeler kapatılınca bütün dergâhlar gibi Yenikapı Mevlevîhanesi’nin vakıflarına da el kondu. Dergâh mensuplarının gelirleri kesildi. Geçim sıkıntısı baş gösterdi. Abdülbâkî Dede âilesinin maîşetini temin için iş aradı. Bir süre Kütüphaneleri tasnif komisyonu üyeliğinde, ardından Türkocağı müdürlüğünde bulundu. Halk Fırkası memuru olarak çalıştı. Esâsen devamı gelmeyen bu işler ona göre değildi. Şu beyti, geçim sıkıntısı çektiği ve iş aradığı günlerde yazmış olmalıdır:

Gülsitân-ı Mevlevî’de bir gül-i handân iken

Pây-ı ağyâra serildim hâkisâr oldum bugün

1930 Şubatında bir gün Bâyezid Câmiinde Kenan Rifâî (1867-1950) ile karşılaşır, hal hatır sorulur. Bâki Dede, tekkelerin kapanması dolayısıyla düştüğü sıkıntılı hâli esprili bir dille şöyle özetler:

Bir zamanlar nây-ı Mevlânâ ile demsâz idik

Şimdi olduk mâşâallah bir düdük

Kenan Rifâî onu şöyle tesellî etmek ister:

“-Niçin düdük olalım? Neysek yine oyuz erenler. Evvelce zâhir tekkesinde demsâz idik, şimdi kalb tekkesinde dilsâzız. Allah böyle istemiş böyle yapmış. Mâdemki O’ndan geliyor, hepsi hoş. Düdük olmaya bir sebep yok ki. Şimdi ten tekke oldu gönül de makamı, yine kalbler cemâl nûruyla doldu.” 19

Abdülbâkî Baykara bir ara, İbnü’l-Emîn’in delâleti ve dekan Fuat Köprülü’nün himmetiyle Dârülfünun hocalığına getirildi. Edebiyat ve İlâhiyat fakültelerinde Farsça okutmaya başladı. Fakat 1933’te Üniversite reformuyla Dârülfünun’un İstanbul Üniversitesine dönüştürülmesiyle kadro dışı bırakıldı.

Tekrar geçim sıkıntısı başladı. Topkapı civârında kiralık bir evde çok zor şartlarda yaşıyordu. Abdülbâkî Bey’in son görevi Bakırköy Ermeni Lisesi edebiyat öğretmenliğidir. Ömrünün 42 yılında tekkelerde ağırbaşlı, oturaklı, her hareketleri ve sözleri zarif ve ölçülü olan şeyhlerin, derviş ve sûfîlerin arasında yaşamış olan Abdülbâkî Bey’e; üniversite, lise hatta ortaokul öğrencileriyle uğraşmak biraz zor gelmiş olmalı ki aşağıdaki beyti yazmıştır20:

Hep ekâbirdi karîn-i meclis-i ünsiyyetim

Âh ben bâzîçe-i bezm-ı sığâr oldum bugün

Dedemiz burada sadece iki ay çalışabildi. Artık hayat yükü çok ağır gelmeye başlamıştı. Astım hastasıydı, 28 şubat 1935’te 52 yaşında vefat etti. Yenikapı Mevlevîhanesi Hâmûşân mezarlığına defnedildi.21 Vefatından önce yazdığı bir beyitte şöyle demişti:

Bâkî cihanda bilmedi bir kimse kadrini

Belki civâr-ı kabrine yârân gelir gider

Abdülbâkî Dede’nin hüzünlerini, iç sıkıntılarını ve zamanındaki hâdiselere bakışını mizâhî bir üslûpla dile getirdiği “oldum” redifli meşhur şiiri şöyledir:22

Kesip rîş-i sefîdim pîr iken yosma civân oldum

Makām-ı Mevlevî’de şeyh idim pîr-i mugân oldum

Ne safî Müslüman kaldım ne oldum kıpkızıl kâfir

Giriftâr-ı belâ-yı fitne-i âhir zaman oldum

Dilimde nûr-ı îmânım başımda kapkara şapka

Misâl-i fecr-i kâzip nûr u zulmetle ayan oldum

Dedim âyînede seyr eyleyince kendimi fi’l-hâl

Balıkçı Kör Yivan yâhud kuyumcu Estepân oldum

Semâ-ı Mevlevî’yi terk edip öğrenmedim dansı

Selânik dönmesinden de beter bir müslümân oldum

Unuttum ebcedi bilmem Latince harf ile yazmak

Bugün bâzîçe-i nâçîz-i etfâl-i cihan oldum

Abâ bonjur silindir şapka oldu sikke-i monlâ

Bu uydurma kıyâfetlerle rüsvây-ı cihan oldum

Ne şâhân-ı seleften nâil oldum lutf u ihsana

Ne de meb’ûs-ı rûşen-baht olup sâhib-kırân oldum

Müderrisler bana Dârülfünûn’da eyledi sebkat

Cehâletten hamâkatten egerçi imtihân oldum

Te’emmül eyleyip Essabru miftâhu’l-ferec sırrını

Misâl-i deyr-i patrik-i zaman bî-imtinân oldum

Şu’ûn-ı hikmete baktıkça sabr etmek ne mümkündür

Bugünlerde beni afv eyle yâ Rab bed-zebân oldum

Nevâ-yı nây ile raksân olurken bir zaman Bâki

Belâ-yı hicr ile şimdi mücessem bir figân oldum

*

HİCRÂN-NÂME

Yine hicr ile kalb-i zâr ağlıyor

Düşüp derde bî-ihtiyâr ağlıyor

Bu mihnetle leyl ü nehâr ağlıyor

Benimle berâber bahâr ağlıyor

Bahar ağlıyor cûybâr ağlıyor

Çemende oturmuş nigâr ağlıyor

Nigâr ağlıyor bâgzâr ağlıyor

Çemenden geçen rüzgâr ağlıyor

Benim derdime bak hezâr ağlıyor

Zemîn ü zaman sad-hezâr ağlıyor

Olup bir zamanlar mukîm-i cinân

Bana gıbta eylerdi kerrûbiyân

Olurdu bana feyz-i Molla ayan

Esîr-i kemâlimdi kevn ü mekân

Rebâb u ney ettikçe dâim figân

Olurdu gönül her zaman şâdmân

Semâ’hâne-i Mevlevî âsumân

İdi ben de bir şems-i pertev-feşân

Bana şimdi burc u medâr ağlıyor

Cihanda safa ve mesâr ağlıyor

Rebâb u kudüm ü ney ü Mesnevî

Gülistân-ı aşk u dem-i Mevlevî

Gıdâ-yi dilimdi benim ma’nevî

Alırdım o demden füyûz-ı nevi

Olup Şems-i Tebrîz-i Hak peyrevi

Tutardı cihânı dilim pertevi

Olup tâli’im zinde bahtım kavî

Dile cây-ı devletti dünyâ evi

Bana şimdi bu rüzgâr ağlıyor

Cihan ser-te-ser aşikâr ağlıyor

Dirîgâ esip tünd-bâd-ı fenâ

Bozuldu o gülzâr-ı zevk u safâ

Ne bâng-i kudüm ü ne nây u nevâ

Ne çeng ü rebâb u ne bûy-i Hudâ

Dirîgâ dirîgâ o ‘adn-i vefâ

Olur bûm-ı meş’ûma hayfâ ki câ

Olup derd-i hicrâna ben mübtelâ

Bu âlem bana şimdi dâr-ı belâ

Bana sanma yalnız bahâr ağlıyor

Bu bîçâre kalbe mezâr ağlıyor3

TAHASSÜR Ü TE’ESSÜR

Ben bir zaman ki vâkıf-ı esrâr-ı yâr idim

Bezm-i visâle mahrem idim kâmkâr idim

Gülzâr içinde sâkin idim nağme-kâr idim

Gûyâ hezâr-ı neşve-nisâr-ı bahâr idim

Kıldı bu baht-ı kara çemenden cüdâ beni

Etti karîn-i mihnet-i vücûd u cefâ beni

Câyım harîm-i dergeh-i Molla Celâl idi

Kârım hemîşe zevk u safâ-yı visâl idi

Cibrîl o bezme âşık-ı bî-perr ü bâl idi

Yâ Rab o cây-ı emn ü sa’âdet ne hâl idi

Efsûs benliğimden ayırdı Hudâ beni

Bîgâne etti âh bu devrân bana beni

Bir bezm-i ünse dâhil idim ki safâları

Câna değerdi nağme-i Hak’tı nevâları

Erbâb-ı zevk u aşk idi bây u gedâları

Bâng-i kudüm ü nây idi zîrâ gıdâları

Etmişti aşk o bezme meh-i rûşenâ beni

Başta taşırdı izz ile arz u semâ beni

Evc-i safâda şems ü kamer Mevlevî idi

Gûyâ ki şeş cihet suhuf-ı Mesnevî idi

Hepsi Cenâb-ı Şems-i Hudâ pertevi idi

Sînem bu cây içinde sa’âdet evi idi

Eyvah ayırdı baht-ı felâket-nümâ beni

Etti belâ-yı hicre bugün mübtelâ beni

Oldum hamûş âh-ı metînim duyulmuyor

Çeng ü rebâb u nây-ı hazînim duyulmuyor

Hakk’a du’âlarım da emînim duyulmuyor

Artık sesim kesildi enînim duyulmuyor

Boğdu nihayet âh bu seyl-i bükâ beni

Alsa harîm-i izzete bâri Huda beni

AHMED REMZİ DEDE

Ahmed Remzi (Akyürek) Dede (1872-1944) Kayseri Mevlevîhanesin’nde doğdu. Arapça, Farsça ve edebiyat dersleri aldı. Kayseri İdadîsi ahlâk ve ulûm-i dîniye hocalığı yaptı çeşitli medresdelerde Farsça ve Mesnevi okuttu. Kütahya Erguniye ve Kastamonu Mevlevîhanesi şeyhliği yaptı. Son olarak 1924‘te Üsküdar Mevlevîhanesi şeyhliğine getirildi.23 Bir yıl sonra tekkeler kapanınca Üsküdar Selimağa Kütüphanesi müdürlüğüne tâyin edildi. Kendisinin tâmir ettirdiği Mevlevîhânede kayd-ı hayat şartıyla ikamet etme imkânı verildi. 1937’de kütüphanedeki görevinden istifa etti. Ankara’daki kızlarının yanına gitti. Maarif Vekili Hasan Âli Yücel’in ricasıyla Ankara Eski Eserler Müzesi’nde müşâvir olarak çalıştı24. Ömrünün son günlerinde baba diyârı Kayseri’ye gitti. 1944’te orada vefat etti ve Seyyid Burhâneddin Tirmizi türbesi hazîresine defnedildi.25

Ahmed Remzi Dede gayet zeki, şen şatır, meclislere renk katan, hâfızası fevkalâde kuvvetli, mâlûmatı çok genişti. Zarif nükte ve latifeleriyle bulunduğu sohbetlere revnak verirdi.26

Remzi Dede’nin tekkelerin kapanmasıyla ilgili lehte aleyhte bir beyânına rastlamadım. Şu şiirini27eski günlere bir hasret olarak değerlendirebiliriz:

Hâmûş ise de bülbül-i nâlân unutulmaz

Gül mevsimi geçmekle gülistân unutulmaz

Peymâne tehî mey-kede der-beste ne mâni

Sâkî-i vefâkâr ile peymân unutulmaz

Ya’kūb-i dilin dîdesi rûşen olur elbet

Ye’se düşerek Yûsuf-ı Ken’ân unutulmaz

“Ahbebtü”ye peyveste olur rişte-i ülfet

Sohbetleri lillâhtır ihvân unutulmaz

Bî-nâm ü nişân kaldı nice sadr u şehinşâh

Ammâ yine Âsaf’la Süleymân unutulmaz

Hayr ile çalış nâmını ibkāya ki hâlâ

Haccâc ile Mervân ile Hâmân unutulmaz

Bilmem ne füsûn etti dil ü dîdeye Remzî

Bir lahza çeşmân-ı gazâlân unutulmaz

AHMED CELÂLEDDİN DEDE

Ahmed Celâleddin Dede (1853-1946), Gelibolu Mevlevîhanesi şeyhi Hüseyin Azmî Dede’nin küçük oğludur. Gelibolu’da doğdu, ilk tahsîlini orada yaptı. Babasının görevi dolayısyla onunla birlikte Kahire’ye gitti. Kahire Mevlevîhanesi’nde yetişti. Ayrıca orada tahsîlini ilerletti. Üç dilde (Türkçe, Arapça, Farsça) mahâretli bir şâirdir.28 Arapçası çok iyiydi. Hâfızası güçlü, hadis, menkıbe, özellikle Mevlevî kültürüne dâir birikimi kuvvetli idi. Sohbet meclislerinde konuya uygun nakıller yapardı.29Mevlevî âyinlerini yaymada hizmeti büyüktür. Bestesi yoksa da pek çok eser meşk ederek eserlerin kaybını önledi. Kudümzen, na’athan ve âyinhân idi.30 Galata Mevlevîhanesinin son şeyhidir.

Tekkelerin kapanmasından sonraki 20 yıllık hayâtını nasıl geçirdiğine dâir fazla mâlûmata sâhip değiliz. Kendisinin bizzat yazıp M. Kemal İnal’a verdiği hal tercümesi şu cümle ile biter: “El-yevm inzivâgâhımda bâzan nazm-ı eş’ar ve mütâlaa-i âsâr ile dem-güzâr ve bâzen ihvan-ı safâ ve hullân-ı bâ-vefâdan gelen züvvârın şeref-i sohbetleriyle bakıyye-i ömrümü imrâr eylemekdeyim.”31

Ahmed Celâleddin Dede’nin tekkelerin kapanmasına farklı bir bakışı ifâde eden şu dörtlüğü meşhurdur. İrticâlen söylediği belirtilen bu mısrâları Halil Can Bey’in naklettiği bilgisi vardır:32

Âsumândır kubbesi hep ahterân âvîzesi

En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhdır 

Seddolunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak

Cümle mevcûdât zâkir kâinât dergâhdır

(Şunu demek ister: Kubbesi gökyüzüdür, âvîzesi yıldızlardır; en ışıklı kandilleri ise güneşle aydır. Tekkelerin kapanmasıyla Hakk’ın zikri kaldırılmış değildir, zîrâ bütün varlıklar Hakk’ı zikredip durmaktadır, bu durumda kâinat bir dergâhtan ibarettir.)

Hâdisâtı gönül gözüyle gördüğü zaman böyle düşünen A. Celâleddin Dede’nin beşerî seviyededen bakınca oldukça ağır sosyal tenkitleri vardır. Fazîlet ve kemal sâhibi olanları istisnâ tutarak, zamanındaki câhil tekke şeyhleri ve ilmiyle âmil olmayan ulemânın esef verici hallerini dile getiren 33 beyitlik bir manzûmesinden33 birkaç beyit şöyledir:

Yok tasavvufdan eser bûy-i hakîkat ne gezer

Hâlsiz zikr ederek kāl ile tevhîd nedir

Ekserî ehli turuk cehl ü taassubla hemân

Feyzi kendi yoluna hasrda ta’nîd nedir

Ne bu da’vây-ı teferrüd bu temeddüh bu riyâ

Nefsini fahr u mübâhat ile tahmîd nedir

Kişinin olmayıcak ilm ü hüner zâtında

Pederin fazl u kemâlâtın ta’dîd nedir

Müftehir cehl-i mürekkeble çoğu merkeb var

Har-ı la yefhamı mürşid diye temcîd nedir

Yetişir merd olana kisve libâs-ı takvâ

Zen gibi zînet ile câmeyi tecdîd nedir

Bî-basîret göremez taksa da gözlük Hakk’ı

Özenip şıklığa efrenci bu taklîd nedir

Kimi ayyâş kimi hemdem-i evbâş olmuş

Şeyh-i kallâşdaki tavr-ı hayâdîd nedir

Rahmet-i Hak ana mahsus mudur kim ayâ

Mağfiretden dîğer insanları nevmîd nedir

Olmasa afv ile erbâb-ı kebâir tebşîr

Ehl-i ısyâna şefâatle mevâîd nedir

Fi’len envâ-ı kabâyıhla olurken me’lûf

Aybdan kavlen edip nefsini tecrîd nedir

Kendi dünyâya tapar her ne bulur ise kapar

Maldan va’zda hep âheri tezhîd nedir

Hâb-ı gafletden uyan aç gözünü kendine gel

Unutup nefsini hep âlemi tendîd nedir

Ârif ol âdem isen kesb-i kemâl eyle Celâl

Nefsini ıslah edegör âheri tenkîd nedir

Ahmed Celâleddin Dede Meşrutiyet Hakkına Kasîde34 adlı 35 beyitlik şiirinde de yeni rejimin getirdiği bir yığın olumsuzluktan söz eder. Şiir şu beyitle başlar:

Azm kıldım yâr u ağyâr ile terk-i ülfete

Ülfet etdim inzivâ ile çekildim uzlete

16. ve 24. beyitler şöyledir:

Ger müsâvât ü uhuvvet böyle ise sad hezâr

La’net olsun bu böyle Meşrûtiyyet ü hürriyyete

Yapmadı Haccâc-ı Zâlim böyle zulm ü vahşeti

Görse hayrede kalırdı şübhesiz bu hâlete

Celâleddin Dede’nin bu tür sosyal tenkit ihtivâ eden bir şiiri de Cumhuriyet dönemine âittir. 15 Ramazan 1348 (1930) târihini taşıyan bu manzûmede ülkemizin yokluk ve sıkıntılar içinde kıvrandığı o günlerin bir tasvîri görülür:

Sükûn u bastı bütün kabz u ye’s edip târâc

Gönüller oldu sihâm-ı mesâib-i âmâc

Bunaldı dıyk-ı maîşetten ol kadar, halkın

Kimi suâle kimi nânpâreye muhtâc

Vücûdu elbisesiz, yok odun kömürden eser

Tiril tiril titirer, mi’desi tehî yatar aç

Katıksız ekmeğe râzı tedâriki müşkil

Evinde hastaya yok kudret iştirâya ilâç

Eğer bulursa gıdâ şükr eder Hudâ’ya fakîr

Fakat ne çâre o bî-çâre bulamaz bulamaç

Ne bu halkın içinde var öyle kimse ki yer

Yemekde her gece kaymaklı baklava, güllaç

Nedir bu zulm ü sitem zahmet içre kaldı kulûb

Mezâlim ehline yâ Rab nedir bu istidrâc

Diyânet ehli muhakkar mübâh fısk u fücûr

Muharremât-ı fevâhiş o rütbe buldu revâc

Bu sırra ehl-i ukūl ü nukūl hayretde

Bu hâli etmedi hall ilm-i cifr ü istihrâc

Kemâl-i merhametinden duâmı eyle kabûl

Halâs ümmeti yâ Rab hayırlı bir kapı aç

(Afyon Kocatepe Üniversitesi’nin 25- 26 Ekim 2013’te düzenlediği “3.Ulusalararası Sultan Dîvânî ve Mevlevilik Sempozyumu”nda sunulan tebliğin yayına esas olmak üzere hazırlanan metni)

1 Bk. Sâmiha Ayverdi, Ne İdik Ne Olduk, Kubbealtı neşriyatı, 3. baskı, İstanbul, 2011, s. 104
2 İsmail Kara, Cumhuriyet Türkiyesi’nde Bir Mesel Olarak İslâm 1, Dergâh yayınları, 5. baskı, İstanbul 2012, s. 237
3 Mustafa Kara, Türk Tasavvuf Tarihi Araştırmaları, Dergâh yayınları, İstanbul, 2005, s. 302
4 Age, s. 309-310
5 Bk. İsmail Kara, age, s. 262
6 A. Süheyl Ünver “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevîhaneleri ve Son Şeyhleri”, Mevlânâ Güldestesi, Turizm Derneği, Konya, 1964 ss. 30-39
7 Bk. Celâleddin Çelebi, “Abdülhalim Çelebi”, DİA; c. 1, s.212
8 Ahmet Güner Sayar, Osmanlıdan Cumhuriyete Portre Denemeleri, Ötüken yayını, İstanbul, 2000, s. 41
9 Agei s. 51-52
10 Mustafa Kara, Tekkeler ve Zâviyeler, Dergâh yayını, İstanbul, 1990, s. 327
11 Ahmet Güner sayar, age, s. 155; Celâleddin Çelebi, DİA, 1, s. 212
12 Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul, 2006, c. I, s. 402
13 İsmail Kara, age, s. 265-66 (Paul Gentizon’un Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu’dan naklen, çev. F. Ülkü, kültür bakanlığı yayını, Ankara, 1983, s. 126)
14 A. Güner Sayar, age, s. 56-57. Veled Çelebi (İzbudak) postnişinlikte rakîbi olan Abdülhalim Çelebi’nin sık sık İatanbul’a gidip orada eğlence hayatına daldığını ileri sürer. Bk. Veled Çelebi İzbudak, Tekkeden Meclise Sıra dışı Bir Çelebinin Anıları,haz. Yakup Şafak-Yusuf Öz, Timaş, İstanbul, 2009, s. 118. Hüseyin Vassaf bu iddiayı destekler mahiyette Abdülhalim Çelebi hakkında şunları yazar: “Nâzik, halûk, tab’-ı kibârâneye mâlik bir zât idi. Ba’zı mertebe lâubâlîlikleri görülmüş ise de, Cenâb-ı Hak, inşâallah sabrı yüzü suyu hürmetine afv buyurmuştur.” Sefîne-i Evliyâ, I, s. 402
15 Bk. Nuri Özcan, “Baykara, Abdülbâkî, DİA, c. 5, s. 246
16 İhtifalci Mehmet Ziya Bey, Yenikapı Mevlevîhânesi, haz. Murat A. Karavelioğlu,, Ataç yayınları, İstanbul, 2005, s. 208
17 Şiirleri ve hayatı için bk. Mustafa Erdoğan, Abdülbaki Baykara Dede hayatı Şahsiyeti ve Şiirleri, Dergâh yayınları, İstanbul, 2003
18 Bk. Mustafa Erdoğan, Abdülbaki Baykara Dede, s. 64
19 Sâmiha Ayverdi ve arkadaşları; Kenan Rifâî ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık, Kubbealtı neşriyatı, 5. baskı, İstanbul, 2003, s. 123
20 Mustafa Erdoğan, age, s. 68
21 Abdülbaki Baykara’nın vefatı ve defnedilmesiyle alakalı bilgi, Ateş Denizi adlı romanda, gerçeğe uygun bir şekilde ayrıntılı olarak tasvir edilir. Bk. Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi, Kapı yayınları, İstanbul, 2013, s. 451-52
22 Bu ve müteâkip iki şiir Mustafa Erdoğan kitabından alınmıştır. Bk, Abdülbaki Baykara Dede, s. 297, 203 ve 205
23 Hasibe Mazıoğlu, “Akyürek, Ahmed Remzi”, DİA, c. 2, s. 304
24 Ahmed Remzi Dede’nin Hasan Âli Yücel’le yakınlığı için bk. Ahmet Güner Sayar; Hasan Âli Yücel’in Tasavvufî Dünyası ve Mevlevîliği, Ötüken, İstanbul, 2002, s. 42
25 Hasibe Mazıoğlu, Ahmed Remzi Akyürek ve Şiirleri, Ankara 1987, s. 5-7
26 Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliya, haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz, Kitabevi, İstanbul, 2006, C. V, s.281
27 Age, s. 173
28 Şiirleri için bk. Ahmed Celâleddin Dede Şiir Defteri, haz. Gülgün Yazıcı, Konya, 2009
29 Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliya, c. V, s. 271
30 Sezai Küçük, Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Vefa yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 394
31 Ahmet Nezih Galitekin Şeyh Ahmed Celâleddin Baykara Dede Efendi”, Yedi İklim, c. V, sayı: 41, Ağustos 1993, s. 81; Mahmut Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri …..???…
32 Bk. Server Dayıoğlu, Galata Mevlevîhanesi, Ankara, 2003, s. 101; Gülgün Yazıcı, “Devrinin Sosyal ve Siyâsî Hadiseleri Karşısında Bir Mevlevî Şeyhi: Ahmed Celâleddin Dede”, Aşkın Sultanları Son Dönem İstanbul Mevlevîleri, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültürel ve Sosyal İşler Daire Başkanlığı, Kültür Müdürlüğü, tarihsiz, s. 150.
33 Ahmed Celâleddin Dede, Şiir Defteri, hazırlayan: Gülgün Erişen Yazıcı, Konya, 2009, s. 29-32
34 Şiir Defteri, s. 34-37

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.