Mehmet Demirci
Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974) Kahire’de doğdu. Altı yaşında ailesiyle birlikte Manisa’ya geldi (1895). 14 yaşına kadar bu şehirde kaldı. 1903’te İzmir İdâdîsinde okumaya başladı. 1905’te tekrar Mısır’a döndü.
1957’de çıkan Anamın Kitabı onun çocukluk anılarını ihtiva eder. Bu hatıraların çoğu Manisa yıllarına aittir. Kitapta Manisa Mevlevîhânesi, o sıradaki şeyhi, Abdülhalim Çelebi (1874-1925) ve kendisinin sema tâlimiyle ilgili bazı malumat yer alır.
Manisa Mevlevîhânesi Konya Mevlevi Asitanesi postnişinlerinin ilk duraklarından biridir. Manisa şehzadeler şehri olarak bilinir. XVI. Asırdan itibaren Manisa, Osmanlı tahtına çıkacak şehzadelerin görev yaptıkları bir yer olarak görülür. II. Selim’den itibaren de taht varislerinin valilik yaptığı tek merkezdir. Bu sebeple Mevleviler bu şehirdeki Mevlevîhâneye daha çok önem verir olmuşlardır. Sonuçta Manisa Mevlevîhânesi “âsitâne” statüsüne kavuşturulmuş ve tıpkı tahta geçecek şehzadeler gibi, özellikle son Çelebiler zamanında Konya’da görev yapacak postnişinler önce Manisa Mevlevîhânesi şeyhliğinde bulunmuşlardır.1
Bunlardan biri de Abdülhalim Çelebi’dir. Manisa’da şeyh olan babası Abdülvahid Çelebi Konya postnişinliğine tayin olunca, 13 yaşında iken Manisa Mevlevîhânesi şeyhliğine getirilmiştir (1887)2.
Veled Çelebi (1867-1953)nin İzmir ve Manisa seyahatleri sırasında, Abdülhalim Çelebi’nin bu görevde olduğu anlaşılıyor. 1897 yılındaki bu olay sırasında3 23 yaşındadır. Çelebi, bundan on yıl sonra 1907 senesinde Konya postnişinliğine getirilecektir.
MANİSA MEVLEVİHANELERİ
Önce Manisa Mevlevîhânesi’ni
Manisa’da Yukarı Tabakhane Mahallesi’nde, Milli Park içerisinde, Spil Dağı eteklerinde bulunan Mevlevîhâne, Saruhan Bey’in torunu İshak Çelebi tarafından 1368-1369 yıllarında yaptırılmıştır. Zamanla harab olan yapı 1999-2001 tarihleri arasında Celal Bayar Üniversitesi tarafından restore edilmiş ve “Manisa Yöresi Türk Tarih ve Kültürünü Uygulama Merkezi” olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Halen Manisa Mevlevîhânesi olarak bilinen mekan burasıdır. Ancak Manisa’da ikinci bir Mevlevîhâne daha var idi. Hikayesi kısaca şöyle:
Saruhanoğulları devrine ait eski ve ilk Manisa Mevlevîhanesi, kesin olarak bilinmeyen bir sebeple 1870’li yıllarda terk edilmiş ve harap bir hâle dönmüştür.
II. Abdülhamid zamanında, 1870’te, Konya’dan tayin edilip postnişîn olarak gelen Çelebiler’den Nakîbzâde Mustafa Şefik Efendi’ye Ulu Cami, medrese ve Mevlevîhanenin bakımı için 58.000 altın verilmiştir. O da yine şehrin o zamanki en iyi yerlerinden olan Ali Bey Camii avlusunun yanına yeni bir Mevlevîhane yaptırmıştır. Tahminlere göre, Mevlevîhanenin şehir içine naklinin amacı, 19. yüzyılda artık iyice ovaya yayılmış olan Manisa şehrinin ortasında, halkın içinde bulunmak ve böylece daha çok ilgi çekmektir.
İlk Mevlevîhâne harap da olsa dağın yamacında ve şehrin dışında olduğu için harap ve metruk de olsa varlığını korudu. Ama şehrin içindeki yeni Mevlevîhâne 1925’te tekkeler kapatıldıktan sonra Vakıflar İdaresinin mülkiyetine geçti. 1933’te, Vakıflar İdaresi mevlevîhane binasını 100 bin liraya sattı ve alan kişi de matbah-ı şerîf dışındaki bütün bölümleri yıktı. En son matbahtan da bir şey kalmadı.
Mevlevîhâneden kalan bahçe, avlu ve muhtemelen hazire mezbelelik haldeyken Manisa belediyesi tarafından park haline getirildi. Buradaki Mevlevîhâneyi herkes unutmuş olmalı ki, bitişiğindeki camiin ismiyle 21 Nisan 2000 tarihinde, “Ali Bey Camii Parkı” adı verilerek açılışı yapıldı.
Tam bir tarif verirsek: Yeni Manisa Mevlevîhanesi, Manisa il merkezi Adakale mahallesindeki Ali Bey Camii avlusuna bitişik, kuzeybatıdan güneybatıya doğru yükselen yaklaşık 1100 m2’lik üçgen şeklinde meyilli bir arsa üzerine kurulmuştur. Arsa batı tarafından Ali Bey Camii ve geniş bahçeli arsası, kuzeyden Demirtaş, güneydoğudan Dönertaş ve Çırpıcı sokakları ile sınırlanmış durumda idi.4
YAKUP KADRİ MEVLEVÎHÂNE’DE
Yakup Kadri’nin bahsettiği yer işte bu ikinci Mevlevîhânedir. Şimdi olup bitenleri Anamın Kitabı’ndan takip edelim5:
Yakup Kadri küçük çocukken babasıyla birlikte dolaşmaktadır. Manisa Mevlevîhânesi şeyhi Abdülhalim Çelebi ile ilk karşılaşmalarını şöyle anlatır:
O üç adam bizi yaklaştıkça yaklaşıyordu. Birkaç adım önden yürüyen önümüze kadar varmıştı. Bunun sırtında öbürleri gibi bir uzun cübbe, başında bir uzun külah vardı ve uzaktan tıpkı öbürleri gibi görünüyordu ama yakına gelince kendisini onlardan ayıran bazı vasıflar gözüme çarpar gibi olmuştu. Evvelâ bu arkasındaki iki adamdan çok daha genç ve daha sevimliydi. Havaî mavi gözlük camlarının arkasından insana tatlı tatlı bakan iri, kara gözleri vardı, sakalı tıpkı babamın sakal gibi kısa ve itinalıydı. Sonra, giydiği cübbe o kadar hafif, ince bir kumaştandı ki, buna şimdi ya sof veya ipek diyebilirim. Külahının etrafını da diğer iki kişinin külahlarında bulunmayan koyu renkli, dilim dilim bir sarıkla sarmış ve bunun bir ucunu beni hayran eden bir zarafetle omuzundan aşağıya sarkıtıvermişti.
Babamı görünce gülümseyerek selâm verdi ve bize yaklaşıp yanaklarımızı okşadı. Babam sonra, bize dönüp dedi ki:
“-İşte, bu zat demin önünden geçtiğimiz Mevlevîhâne’nin postnişini Abdülhalim Çelebi’dir.”
Ben de, zâten bundan aşağı birine ihtimal vermemiştim.
“- Ya arkasından yürüyenler kimlerdi?” diye sordum.
“- Onlar dervişleri, dedi. Artık dedelik mertebesine erişmiş dervişler…!”
Resimlerinden anlaşıldığı üzere Abdülhalim Çelebi gerçekten yakışıklı ve karizmatik bir simaya sahiptir. Yakup Kadri’nin hatıralarının 8-10 yaşlarına ait olabileceğini farz edersek, 1897-1899 yıllarında Abdülhalim Çelebi de 23-25 yaşlarında olmalıdır.
Yazarımızda bundan sonra o küçük yaşında nasıl bir meraka kapıldığını anlatır:
Ve bunun üzerine, benim yüreğimi bir “Mevlâna dergâhında derviş olmak” sevdasıdır sarmıştı. Bu sevda ile en az birkaç yıl yanıp tutuşacaktım. Hele cumalardan bir cuma, beni ilk defa olarak “Sema’ Âyini”ne götürdükleri zaman aklım büsbütün yerinden oynamış, evimizin taban tahtaları üstünde, saatlerce, yalınayak fırıl fırıl dönmeye başlamıştım. Artık Manisa’ya geldiğimizden beri merak sardığım oyunlarla oyuncakların hepsi gözümden düşmüştü. Ne uçurtma uçuruyor, ne topaç çeviriyor, ne bilya tokuşturuyor, ne kaydırak kaydırıyor, ne de sokak kapısının kol demirinde cambazlık ediyordum. Gecelik entarime bir kalın kuşak sararak ve bu entarinin eteklerini bir tennure’nin etekleri gibi açıp dalgalandırmağa çalışarak durmadan dönüyor, dönüyor, dönüyordum. Sonra, o dervişlerde gördüğüm üslûp üzere, devranımı perde perde yavaşlatarak, kollarımı göğsüm üstünde kavuşturuyor, odanın bir kenarına çekilip diz çöküyor ve gövdemi öne doğru eğerek çilekeşlerden birinin o bürümcükten daha hafif, daha ince kolsuz cübbeyi sırtıma koymasını bekliyordum. Bu âyinin en küçük teferruatı zihnimin içine öylesine nakşolmuştu ki; tek başıma taklidini yaparken hiçbir hataya düşmediğime yemin edebilirim.
Kendi çocukça denemeleriyle semâ etmenin mümkün olmadığını anlayacaktır. Gene çocukluk hafızasından kaldığı kadarıyla Sultan Veled Devri ve sonrasını anlatır:
Lâkin, bunun taklidi imkânsız birçok tarafları daha vardı. Meselâ Çelebi Efendi’nin Sema başlamadan evvel postundan kalkarak yavaş yavaş, nazlı nazlı Semâhane’nin ortasına doğru yürüyüşü; bu esnada bir halka teşkil edip oturan dervişlerin hep birden selâma duruşları; sonra, biribirlerine boyun kırarak Meydanı çepeçevre dolaşıp dolanmaları ve Çelebi, orta yerde söylediği güzel sözleri bitirip de tekrar makamına döndüğü vakit, yine hep birden, kollarını havaya kaldırarak dönmeye başlayışları bana insan kudretinin üstünde birtakım hareketler gibi geliyordu. Hele, bu hareketlerde, her dervişin kendine mahsus bir tavır ve eda taknışını; kiminin, boynunu yana büküp başını koluna dayayışmı; kiminin, yüzünü tavana doğru çevirip havaya bakışını; birinin, ellerini dua eder gibi yukarılara açışını; öbürünün dalından kopmak üzere olan birer lâle gibi aşağıya sarkışını, hâlâ şimdi bile herhangi bir “mistik balet” artistinin başaramıyacağı kadar yüksek bir sanat işi telâkki etmekteyim.
Yakup Kadri’nin yaptığı tasvirlerden o sıralarda semazenlerin farklı renkte tennureler giydiği anlaşılıyor.
Ya o tennureler! O tennurelerin elvan elvan renkleri ve bu renklerin göz alıcı, baş döndürücü kasırgası… Bütün bunlar arasına Mıtrıp’tan gelen ney, tanbur ve kudüm seslerini ilâve etmem lâzım gelir. Gerçi ben, küçük yaşımdan beri, Frenklerin “Oreille musicale” dedikleri hassadan mahrumumdur ama, bilmem neden, bilmem nasıl o seslerin üstümdeki tesirini ben şimdi -eski tarz bir lirizme düşmek korkusunu bile hiçe sayarak- ancak “semavi” kelimesiyle ifade edebilirim. Bu neyler, bu tanburlar, bu kudümler çalmaya başlayınca sanki gözlerim üstünden bir perde kalkar, sanki, beş duyguma bir duygu daha katılır ve bu âlemle benim aramda büsbütün başka bir anlaşma ve kaynaşma hasıl olurdu. Hayran hayran seyretmekte bulunduğum pembe, beyaz, mor ve yeşil tennureli dervişler, ki bana, kâh esrarlı bir bahçenin cilalanmış, insan şekline girmiş kocaman kocaman, salkım salkım çiçekleri; kâh yerlerde serilip dalgalanan bir gökkuşağı gibi gözüküyordu ve böyle gözüktükleri için de benden erişilmeyecek kadar uzaktaydılar.
Bu mukabelelerin genç ruhunda hasıl ettiği tahassüsleri şöyle dile getirir:
İşte, Mıtrıptan gelen sesler, beni, bir rüzgâr gibi alıp bunların arasına atar, beni bunlarla haşır neşir ederdi. Neden böyle elvan elvan giyinmişler, neden böyle dönüp dururlar? Bu, kollarını havaya kaldırışları, bu boyunlarını sağa veya sola büküşleri, bu yukarılara doğru bakışları nedendir? O vakit anlar gibi olurdum ve o vakit postunun önünde durup kimseye belli etmeden etrafı süzen Çelebi Efendi’nin gözlerinden sanki bir ışık tâ bana kadar erişip içerime tatlı bir aydınlık serperdi. Kaç defa, ben, bu ışığın içerime vurmasıyla derunî dünyamın işlenmemiş topraklarında mucizeli bir yeşerme ve filizlenmenin baş gösterdiğini hissetmişimdir. Kaç defa, bence o zamana kadar meçhul birtakım duygular, teessürler, sevgiler, emeller, iştiyaklar (evimizdeki küçük avlunun saksılarında her akşam seyrettiğimiz ve adlarına ezan çiçeği dediğimiz gecesefaları gibi) ruhumun bahçesinde birbiri ardısıra veya hep birden açılıp serpilivermişler
Bundan dolayıdır ki, ben de sanki her dakika yaşıma bir yaş daha katılıyormuşçası
MEVLEVÎ OLMA MERÂKI
Yazarımızın yakını olan Cemal ağabeyi ile Ramazan akşamları Mevlevîhâneye devam ettiği, doksan dokuzluk kocaman ahşap tesbihleri minik elleriyle çekme zahmetine katlandığı anlaşılıyor. Ve burada bir beklentisi de var:
Geçmiş gün şimdi, niye saklıyayım? Evet, belki de bu gayreti, bu şevki göstermekten asıl maksadım dedelerden birinin gözüne girerek Mevlâna ocağına kapılanmanın yolunu bulmak ve günün birinde bu meydana böyle mânâsız bir iş için, böyle adsız bir sığıntı gibi değil, Çelebi Efendi’nin dervişleri arasında adlı sanlı bir derviş olarak sikkem ve tennuremle, ellerim göklerde, başım havalarda girebilmekti. Yüzlerce gün kuru tahta üstünde yatıp kuru ekmekten başka bir şey yemedikleri ve tekkenin bütün ağır işlerini hık demeden yüklendikleri söylenen çilekeşlerin feragat ve tevekkülleri de böyle bir maksada, böyle bir ümide dayanmıyor muydu? Gerçi ben, Mevlevi tarikatına nihayet Cemal ağabeyim gibi bir “muhip” sıfatiyle “sülûk” edebilirdim ve bunun için de aile dostumuz Çelebi Efendi’ye ufak bir müracaatta bulunmak kâfi gelirdi. Lâkin, bakalım, annem buna razı olacak mıydı? Annem razı olursa, bakalım, dedeler “daha pek küçüktür” diye beni almamazlık edecekler miydi?
Nihayet bir gün bu arzusu gerçekleşecektir
İşte, bu iki endişeyledir ki, kâh tesbih çekme işindeki gayretimi, kâh dedelerin meclisindeki dinleme ve anlama olgunluğumu göstererek hem annemi bir oldu bitti karşısında bırakmak; hem tekke halkının gönlünü kazanmak için kendi kendime yolumu sökmeye çabalıyordum. Bunda da yan yarıya muvaffak olmuştum sanırım. Zira, Cemal ağabeyimle beraber hücresinde toplandığımız Vâfi Dede, naklettiği fıkraları ne kadar can kulağiyle dinlediğimin ve bu fıkraların tuhaf noktalarında nasıl gülümsediklerimi
“- Bu evlâdı Semaya hazırlamanın vakti geldi gayri değil mi? Ne dersin ha, oğlum Cemal Efendi?”
SEMÂ TÂLÎMİ VE ACI SON
Cemal ağabeyimin ne cevap verdiğini hatırlamıyorum. Fakat, benim yüreğim ağzıma gelmişti. Heyecandan ve sevinçten ağlayacak gibi olmuştum. Vâfi Dede o halimin de farkına vardıydı zannederim. Çünkü, üç gün geçmeden, Cemal ağabeyim beni alıp onun yanma götürmüş ve cilâlı yuvarlak bir tahta tabla üstünde, yalınayak, ilk dönme talimlerini yapmağa başlamıştım. Dedenin tarifine göre, tablanın orta yerindeki bir kocaman çivi başını sol ayağımın orta parmağıyla baş parmağı arasına sıkıştırıyor ve serbest kalan sağ ayağımın tutturduğu bir hareket temposuyla vücudumu bir silindir gibi hep bunun mihveri üzerinde deviriyordum. Vâfi Dede:
“- Evlâdım, dikkat et. Sol ayağın olduğu noktadan kıl kadar kıpırdamayacak” diyordu.
Zaten nasıl kıpırdayabilirdi
Bir müddet için, diyorum. Zira, benim bu gizli tarikatçiliğimi zaten sezip üzülmekte olan annem, günün birinde, beni karşısında bu uzun derviş külâhiyle görür görmez öyle bir kaşlarını çatmış, dudağını bükmüştü ki, yapıp ettiklerime bin pişman olarak, yüreğimi hâlâ kavurmakta devam eden aşka rağmen, Mevlevi tekkesinden yavaş yavaş elimi eteğimi çekmeye başlamıştım.
Bir yanıt yazın